fener rum patrikhanesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
fener rum patrikhanesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Haziran 2020 Cuma

İstanbul'un en yalnız kilisesi

Hüznü bir zevk edinenlerin yaşadığı İstanbul'u belki de bir zamanlar sahip olduğu şeyleri kaybettiği için seviyoruz. Bu yüzden zamanlara arada düğüm atıyoruz ki; 'ömür' dedikleri iplik tekdüze gitmesin, geçmiş günler zevkle hatırlansın, gelecek günlere umut kalsın istiyoruz. Hayatımıza bir anlam verme telaşı içinde Mutluluk Destinasyonu olarak şehrin tenha olduğu bugünlerde, Balat'ın otantik sokaklarına karışıyoruz.


İstanbul'un körfezi olan Haliç'in kıyısındaki semtte, Bizans Sarayı'nın izlerini sürerek zamanlar arasında geçiş yapıyoruz. Rumca kelime anlamıyla "saray" demek olan Balat'ta, geçmişin görkemli, ışıltılı günlerinden izler arıyoruz. 11. Yüzyıl'dan kalma sarnıçları, dehlizleri dinleyerek merdivenli ve dik yokuşları takip ediyor, Bizans Sarayı'na çıkıyoruz.


9. Yüzyıl'dan miras kalan Ayia Thedosia Kilisesi'nden sabah duaları ve kötü ruhları kovan ayin sonrası kesif bir tütsü, aroma terapi için de kullanılan 'günlük ağacı' kokusu taş sokaklara dağılıyor. Heybetli kilise yerinde şimdilerde 'Gül Camii' yükseliyor.


Bu sırada Albanita diyor ki; "1453'te büyük savaş yapılırken; Rumlar ellerindeki çiçeklerle burada toplanmış, Konstantinopolis düşmesin diye güllerle süsledikleri Ayia Thedosia'da dua etmişler." İşte 'Gül Camii' adı buradan geliyor. Albanita sözüne devamla, "Hatta fetih tamamlandığında askerler şehre girip gülleri görünce büyük bir şaşkınlığa kapılmışlar" diyor.


Son Bizans İmparatoru XI. Konstantin, Gül Camii'nin altında yatıyor
. Surları savunurken verdiği mücadele yine kulaklarda çınlıyor.


Bir asır önce İstanbul'da 60 kadar Rum okulu varken; bugünlerde bir el parmakları kadar yok. Balat'ın kapı komşusu Fener'deki Rum Lisesi hâlâ eğitim vermeyi sürdürüyor. Genç kızların genç erkeklerin, son kral Dragases'in acı yüklenen çığlıklarına kaygısızca gülüşmeleri duyuluyor.


Biraz gerideki Rum Patrikhanesi'nin kapalı tutulan 'ana giriş' kapısı siyahlar içinde matem çağrıştırıyor. "Boşuna değil" diyor Albanita, "1821'de Mora Yarımadası'ndaki isyanlardan V. Gregorios sorumlu tutuluyor ve patrik, giriş kapısında asılıyor. Burası matem kapısı olarak kalıyor."


Duvarında 'çift başlı' Bizans kartalı dikkat çeken patrikhane içinde Aya Yorgi Kilisesi bulunuyor. Kapadokya'da doğan gemicilerin azizi St. George'a atfedilen kilise, 1720'den bugünlere gelmeyi başarıyor. Roma ve İstanbul'da bulunan batı ile doğu kiliseleri 'büyük şüphe' ile 1054'te ayrılınca; azizler patrik Vasilis, Gregorios ve Yuhanna'nın rölikleri, Rum Patrikhanesi'nde kalıyor; bugün de dindarlara açık bulunuyor.


Fener Patrikhanesi
'ndeki gül ağacından ikonostasion 40 yılda tamamlanabilirken; Hz. İsa'nın hayatından ikonalar ve azizlerin lahitleri üzerinde yer alıyor. Eğer Bizans Dönemi'ndeki kiliselerin en parlak günlerinde nasıl olduğunu merak ediyorsanız, burada görülüyor.

Altın ikonalar gün ışığıyla parlarken; mütevazı diğer dekorasyon öğeleri ile tezatlık oluşturuyor. Yan nartekste tabutların içinde azizeler Theofano, Solomoni ve Eufemia'nın rölikleri bulunuyor. 


Rum Patrikhanesi'ni geride bırakıp Panayia Muhliotissa'ya, yani Meryemî Kilisesi'ne varıldığında; "Hiçbir dönemde camiye dönüştürülmemiş tek kilise" olduğu öğreniliyor. Çünkü yedi tepe İstanbul'un dördüncü tepesindeki Fatih Camii'nin 'atik Sinan' denilen Rum mimarı Khristodulos, padişah Mehmed Han'dan "Cemaatimizin ibadet yeri, kilise olarak kalabilir mi" diyerek ricacı oluyor. Bununla ilgili Sultan II. Mehmed'in fermanı, Fener Patrikhanesi'nde; kopyası ise 1261'de yapılan Bizans prensesi Maria Kilisesi'nde 567 yıldır duruyor.


Prenses Maria'nın, İstanbul'u Latinlerin elinden geri alan imparator Michael Paleologos'un kızı olduğu tarihi kayıtlarda yazıyor.
Yaşadığı dönemin en güzel kadını olan Maria'dan masalları aratmayacak bir hikâye okumak istenir; ama gel gelelim ardında acıklı bir aşk öyküsü bırakıyor. Acımasız hükümdar, annesini öldürdüğü Maria'nın bağlılığına şüpheyle bakıyor; tavizler sayesinde de güzel prenses özgür büyüyor.


Ayvansaray'ın sırtlarındaki Bizans Sarayı'nın meşaleler ile aydınlatılan dehlizlerinden geçip Galata'ya kadar varan genç prenses, Konstantinopolis'i keşfetmekten büyük keyif alıyor.
Kaçışlarından birinde hayatının aşkı antikacı Carlos'la tanışıyor. Büyük aşk başlıyor; ama hüzünlü bitiyor.


Şehri etkisi altına alan yangın çıktığında yüzünün yarısı yanan, bir gözünü kaybeden Maria, telaşla Carlos'a koşuyor.
Soylu olmayan bir aile çocuğu ile prenses arasındaki aşktan haberdar olan imparator, Carlos'un kellesini istiyor. Bizans Kralı, annesinden sonra aşkını da elinden aldığı Maria'yı diplomatik ilişkiler için 'piyon' olarak kullanıyor. 

Kral VIII. Michael, Bizans İmparatorluğu için hep engel ve tehdit olan Moğollar'a kızı Maria'yı "gelin" olarak veriyor. Ancak kaderin cilvesi o ki; kral Hülagû Han müstakbel eşi Maria, Moğolistan'a gelmeden hayatını kaybediyor. Develer üzerinde günler süren yolculukla Konstantinopolis'ten Bağdat'a gelmişken geri çevrilmeyen genç prenses, Hülagû Han'ın oğlu Abaka Han'la evlendiriliyor. 15 yıllık evliliğin sonunda Abaka Han da vefat edince; Maria "kağan" ile evlenmiş bir prenses olarak başkasıyla evlenemeyeceği için Konstantinopolis'e dönüyor, Panayia Muhliotissa'nın manastırında hayatının kalanını geçiriyor.


Annesini, sevgilisini, gözünü, gençliğini ve mutluluğunu yitiren, zorla evlendirilerek bozkırlara yollanan Bizans Prensesi, İstanbul’un Fatih’i Sultan Mehmed’in Rum mimarı tarafından “kilise” olarak korunmasını sağladığı Panayia Muhliotissa'da bulunduğu süre içinde kendisini dine veriyor. Tüm varlığını, İstanbul'un kurucusu Agios Konstantinos, annesi Agia Eleni'nin ve 'kutsal' sayılan haç ikonografisi karşısında; Tanrı'ya ve İsa'ya adayıp yaşamının anlamını bulmaya çalışıyor.


Moğolistan'da da 'misyonerlik' faaliyetleri yürüterek Hıristiyanlığı yaymaya çalışan Maria, kadın ve çocuklarla yakından ilgileniyor.
Yaptığı iyilikler ve hayır çalışmaları nedeniyle "Doğu'nun Meryem'i" veya "Moğolların Meryem'i" olarak anılmaya başlıyor.

Bu yüzden de buraya; "Moğolların Meryemi Kilisesi" deniyor. Bizans Sarayı'ndan bugüne kalan acıklı hikâyeler, Mutluluk Destinasyonu ile sizlere kadar ulaşıyor. Bizans'ın giriş kapısı Balat ise Haliç'in kıyısında duruyor; siz de gidip Maria'nın aşkının izlerini sürebilirsiniz.

21 Nisan 2019 Pazar

Haliç'in kıyısında bir aşk kalesi

Mutluluk Destinasyonu bu hafta sonunda, eski bir İstanbul mahallesinde ‘sakinliği’ dinliyor. Balat’tayız. Troya Hotel’de cumbalı pencere önünde kahve içerken; Fener Sokağı’na bakıyor; yüzyıllar öncesinin seslerini duyuyoruz. Tarih, Rum İlkokulu’na paralel ‘geçit töreni’ yapıyor.

Troya Hotel - Mutluluk Destinasyonu
Avrupalıların Golden Horn, yani ‘Altın Boynuz’ olarak bildikleri Haliç’in kıyıya vuran dalgaları, kısa bir süre sonra yastığımızı nemlendirerek, yorgun şekilde kulaklarımıza kadar ulaşıyor. Tarih koşuşturuyor yine… Geçmişte, tarihlerin birinde İoannis Bey ilkokulun köşesinde dönemeçte, ‘zeybekiko’ yapıyor; ürkek ve şaşkın bir ördek “kararsızca” sazlıklardan havalanıyor.

Troya Hotel - Mutluluk Destinasyonu
Rengarenk bir gün ‘karanlığa’ dönüyor. Güvercinler cıvıldarken; Fener Patrikhanesi’nin zangoçlarının “akşam” olduğunu müjdeleyen ‘çan’ sesleri duyuluyor derinlerden… Patrikhane ile ‘kapı komşusu’ olan bu eski Rum Evi, aslına sadık kalınarak dekore edilmiş ‘16 odalı’ bir konak olarak hizmet veriyor.

Troya Hotel - Mutluluk Destinasyonu
‘126 numaralı’ odadan bir gramofon sesi, eski bir plaktan çıkan dokunaklı ezgiler, koridorları dolaşıyor diğer odalara uğruyor. Albanita’nın bakışlarında kaybolan Bordolu Çocuk, “Gözlerimden geçmediğin gün olmaz” diye mırıldanırken; mevsimin son ‘sarı yaprağı’ düşüyor Fener Sokağı’ndaki Rum İlkokulu’nun tenha pencerelerini selamlayarak, paralel şekilde Arnavut taşları üzerine…

Troya Hotel - Mutluluk Destinasyonu
Ahşap kapılarından, duvardaki işlemelerine kadar orijinal hâli korunan Troya, tavan ve yerdeki ‘özenli’ döşemeleri ile insana verilen değeri gösteriyor. 119 yıllık bina, tulumbaları, renkli camları, lambaları ve mermer lavaboları ile eski insanların, yeni insanlardan “ileri” olduğunun numunesi gibi duruyor. Balkonlu odaları Haliç’i, “cumbalı odaları” eski sokağı görüyor. Tarihin derinlikleri cumbalı odaların ayaklarında dolanırken; Karadeniz ve Ege’nin suları, Marmara Denizi’nde karışarak, Haliç’ten arka cephedeki balkonu ıslatıyor.

Troya Hotel - Mutluluk Destinasyonu
Çok farklı etnik kökendeki insanların Balat’ta bir arada yaşadığı zamanların ruhunu yansıtan Troya Hotel, küçük meyhanesi ve tavernası ile köklü aidiyetini, kimliğini ele veriyor. Rum mezelerini, taze deniz ürünlerini, ahtapotları, karidesleri, sardalyaları, karidesleri, ızgaraları ve patrikhane mahzenlerindeki yıllanmış şarapları ile özel lezzetlerini sunuyor misafirlerine… Bir tarafta ise neşeli bir “sirtaki” dönüyor, Troya’nın pencereleri şenleniyor.

Troya Hotel - Mutluluk Destinasyonu
Haliç’in geceleri; ay ışığı ve yakamozlar ile aydınlanan koyu mavi suları, sabahla birlikte “gök mavisi” rengine bürünüyor. Doğu ile Batı’nın kucaklaştığı girişteki Barba Vasilis’te, dünyanın en eski uygarlıklarının beşiği olan Haliç’i izleyerek açık büfe kahvaltı yaparken “yeni günü” ve yeni hayatlarını karşılıyor Albanita ve Bordolu Çocuk.


Troya Hotel - Mutluluk Destinasyonu
Bizans’ın son imparatoru XI. Konstantinos’un gemisi, ıslak demir, yanık yağ ve gölge kokan loşluğu ile sanki yeniden iskeleye yanaşıyor. Haliç’te bir protokol hareketliliği yaşanıyor. Albanita bu arada, Bordolu Çocuk’a mevsimin ilk çileklerini uzatıyor. İstanbul’un en eski otellerinden Pera’daki Büyük Londra Oteli’nin çatısından havalanan bir martı ise Haliç’in kıyısındaki Troya’nın kahvaltı masasının bulunduğu balkondaki trabzanlara konuyor. Albanita onu da bir parça simit ile karşılıyor.

Troya Hotel - Mutluluk Destinasyonu
Troya Hotel’in kahvaltı sofrasında işte bu merhamet canlanırken; Albanita’nın ellerindeki şefkâte bakan Bordolu Çocuk’un yüreğinde yankılanıyor, “Bin kilometre ötede duyarım kiminle gülüştüğünü… Öz kardeşin bile öpse alnından, ben başka yerde irkilirim” sözleri…

…ve Bordolu Çocuk tam o anda dönüp de Albanita’nın dudağındaki mutluluğa, “Değil peşine kimlerin düştüğünü, kimlerin rüyalarına girdiğini bilirim” duygusunu asarken; sevgisindeki derinliği bir meydan okuma ile masadaki tabağa bırakıyor. Özel sos dökülmüş domates ve salatalıktaki yağ, sözün tesiri ile Albanita’nın eline sıçrıyor.

Troya Hotel - Mutluluk Destinasyonu

Göz kamaştıran yüzünü tabağından kaldırıp da Bordolu Çocuk’a dönen Albanita ise candan bir bakış ile “Göğsümün yerini senden başka kim bilebilir ki… Sevdadan usanmış gönlümü, aşka sen mecbur ettin. Yanmış gönlümü, yeniden yaktın. Gönlümün yarası kapanmış sanıyordum oysa, onu tekrar yaraladın. Vazgeçmiştim aşktan, sevdadan; sen yine beni mecbur ettin” diye sitemkâr sessizliğe çekiliyor, Haliç’in dinginliğine bakarak… Masadaki kalpten kalbe duygu geçişleri birkaç saniye, bir martı konup uçuşu kadar bir süre içinde yaşanırken; aslında Albanita dinliyor, Bordolu Çocuk da susuyordu. Bordolu Çocuk bu defa dinlerken; Albanita da susmaktaydı. Böyle bir muhabbet yalnızca ikisine mahsustu.

Troya Hotel - Mutluluk Destinasyonu
Fener Patrikhanesi’nde vazifeli bir bağrı yanık Rum babanın, 4 kızı için yaptırdığı eski ev, onların rahatlığı düşünülerek 4 cumbalı olarak ve 4 giriş kapısı ile planlanmış.” Albanita ile Bordolu Çocuk arasındaki kalpten kalbe geçişleri, bu sözler ile kesiyor kahvaltı masasına gelerek ‘iyi bir gün’ dileyen zarif işletme müdürü… Ardından oteldeki eşyaların tamamına yakınının da o ailenin kızlarının kullandığı ‘orijinalleri’ olduğunu söylüyor. O kızlardan birinin, ‘birinci derece’ torunun şu anda hayatta olduğunu, Yunanistan’da 80’li yaşlarını sürdüğünü anlatıyor. Her yıl annesinin doğum gününde baba evine, Troya Hotel’e gelerek bir hafta burada kaldığını ifade ediyor. 119 yıllık antika otelin, böyle duygusal hikâyesi de olduğunu bilerek, yaşanmışlıklarının kokusunu, odalarındaki canlı ruhu hissedebilirsiniz.


Troya Hotel - Mutluluk Destinasyonu
Hüzün ve kederi çağrıştıran günün ilk çanı da Fener Patrikhanesi’nin eteğindeki Troya’ya dökülüyor. Sonsuzluğu duyurup kendine çeki düzen vermeyi telkin eden, ‘varlık’ sebebini hatırlatan çan sesi; ‘tevhid, tefrid ve tecrid’ çağrışımı yapıyor. Sabah çanı, insanların çekilmiş olmasından, henüz şehrin gürültüsü sokakları teslim almadığından belki; akşam çanı kadar yumuşak değil; daha bir gür sanki, ama her koşulda kendine has melodi ile çalıyor. Herkes kendi inançlarına göre “Allah” derken; Troya Hotel’in hatıralar ve tarih sinmiş duvarlarında çınlayan ‘çan sesi’ de yeni gün ve yeni hayatı müjdeliyor.

Çengelköy: Boğaz'ın kenarında asırlık bir çınar

Boğaziçi’nin esintileri, yalıların alt katına, cumbalı üst katlara misafir oluyor. Bahçesi “deniz” olan Muazzez Hanım Yalısı, Server Bey Ya...