saray etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
saray etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Haziran 2020 Cuma

İstanbul'un en yalnız kilisesi

Hüznü bir zevk edinenlerin yaşadığı İstanbul'u belki de bir zamanlar sahip olduğu şeyleri kaybettiği için seviyoruz. Bu yüzden zamanlara arada düğüm atıyoruz ki; 'ömür' dedikleri iplik tekdüze gitmesin, geçmiş günler zevkle hatırlansın, gelecek günlere umut kalsın istiyoruz. Hayatımıza bir anlam verme telaşı içinde Mutluluk Destinasyonu olarak şehrin tenha olduğu bugünlerde, Balat'ın otantik sokaklarına karışıyoruz.


İstanbul'un körfezi olan Haliç'in kıyısındaki semtte, Bizans Sarayı'nın izlerini sürerek zamanlar arasında geçiş yapıyoruz. Rumca kelime anlamıyla "saray" demek olan Balat'ta, geçmişin görkemli, ışıltılı günlerinden izler arıyoruz. 11. Yüzyıl'dan kalma sarnıçları, dehlizleri dinleyerek merdivenli ve dik yokuşları takip ediyor, Bizans Sarayı'na çıkıyoruz.


9. Yüzyıl'dan miras kalan Ayia Thedosia Kilisesi'nden sabah duaları ve kötü ruhları kovan ayin sonrası kesif bir tütsü, aroma terapi için de kullanılan 'günlük ağacı' kokusu taş sokaklara dağılıyor. Heybetli kilise yerinde şimdilerde 'Gül Camii' yükseliyor.


Bu sırada Albanita diyor ki; "1453'te büyük savaş yapılırken; Rumlar ellerindeki çiçeklerle burada toplanmış, Konstantinopolis düşmesin diye güllerle süsledikleri Ayia Thedosia'da dua etmişler." İşte 'Gül Camii' adı buradan geliyor. Albanita sözüne devamla, "Hatta fetih tamamlandığında askerler şehre girip gülleri görünce büyük bir şaşkınlığa kapılmışlar" diyor.


Son Bizans İmparatoru XI. Konstantin, Gül Camii'nin altında yatıyor
. Surları savunurken verdiği mücadele yine kulaklarda çınlıyor.


Bir asır önce İstanbul'da 60 kadar Rum okulu varken; bugünlerde bir el parmakları kadar yok. Balat'ın kapı komşusu Fener'deki Rum Lisesi hâlâ eğitim vermeyi sürdürüyor. Genç kızların genç erkeklerin, son kral Dragases'in acı yüklenen çığlıklarına kaygısızca gülüşmeleri duyuluyor.


Biraz gerideki Rum Patrikhanesi'nin kapalı tutulan 'ana giriş' kapısı siyahlar içinde matem çağrıştırıyor. "Boşuna değil" diyor Albanita, "1821'de Mora Yarımadası'ndaki isyanlardan V. Gregorios sorumlu tutuluyor ve patrik, giriş kapısında asılıyor. Burası matem kapısı olarak kalıyor."


Duvarında 'çift başlı' Bizans kartalı dikkat çeken patrikhane içinde Aya Yorgi Kilisesi bulunuyor. Kapadokya'da doğan gemicilerin azizi St. George'a atfedilen kilise, 1720'den bugünlere gelmeyi başarıyor. Roma ve İstanbul'da bulunan batı ile doğu kiliseleri 'büyük şüphe' ile 1054'te ayrılınca; azizler patrik Vasilis, Gregorios ve Yuhanna'nın rölikleri, Rum Patrikhanesi'nde kalıyor; bugün de dindarlara açık bulunuyor.


Fener Patrikhanesi
'ndeki gül ağacından ikonostasion 40 yılda tamamlanabilirken; Hz. İsa'nın hayatından ikonalar ve azizlerin lahitleri üzerinde yer alıyor. Eğer Bizans Dönemi'ndeki kiliselerin en parlak günlerinde nasıl olduğunu merak ediyorsanız, burada görülüyor.

Altın ikonalar gün ışığıyla parlarken; mütevazı diğer dekorasyon öğeleri ile tezatlık oluşturuyor. Yan nartekste tabutların içinde azizeler Theofano, Solomoni ve Eufemia'nın rölikleri bulunuyor. 


Rum Patrikhanesi'ni geride bırakıp Panayia Muhliotissa'ya, yani Meryemî Kilisesi'ne varıldığında; "Hiçbir dönemde camiye dönüştürülmemiş tek kilise" olduğu öğreniliyor. Çünkü yedi tepe İstanbul'un dördüncü tepesindeki Fatih Camii'nin 'atik Sinan' denilen Rum mimarı Khristodulos, padişah Mehmed Han'dan "Cemaatimizin ibadet yeri, kilise olarak kalabilir mi" diyerek ricacı oluyor. Bununla ilgili Sultan II. Mehmed'in fermanı, Fener Patrikhanesi'nde; kopyası ise 1261'de yapılan Bizans prensesi Maria Kilisesi'nde 567 yıldır duruyor.


Prenses Maria'nın, İstanbul'u Latinlerin elinden geri alan imparator Michael Paleologos'un kızı olduğu tarihi kayıtlarda yazıyor.
Yaşadığı dönemin en güzel kadını olan Maria'dan masalları aratmayacak bir hikâye okumak istenir; ama gel gelelim ardında acıklı bir aşk öyküsü bırakıyor. Acımasız hükümdar, annesini öldürdüğü Maria'nın bağlılığına şüpheyle bakıyor; tavizler sayesinde de güzel prenses özgür büyüyor.


Ayvansaray'ın sırtlarındaki Bizans Sarayı'nın meşaleler ile aydınlatılan dehlizlerinden geçip Galata'ya kadar varan genç prenses, Konstantinopolis'i keşfetmekten büyük keyif alıyor.
Kaçışlarından birinde hayatının aşkı antikacı Carlos'la tanışıyor. Büyük aşk başlıyor; ama hüzünlü bitiyor.


Şehri etkisi altına alan yangın çıktığında yüzünün yarısı yanan, bir gözünü kaybeden Maria, telaşla Carlos'a koşuyor.
Soylu olmayan bir aile çocuğu ile prenses arasındaki aşktan haberdar olan imparator, Carlos'un kellesini istiyor. Bizans Kralı, annesinden sonra aşkını da elinden aldığı Maria'yı diplomatik ilişkiler için 'piyon' olarak kullanıyor. 

Kral VIII. Michael, Bizans İmparatorluğu için hep engel ve tehdit olan Moğollar'a kızı Maria'yı "gelin" olarak veriyor. Ancak kaderin cilvesi o ki; kral Hülagû Han müstakbel eşi Maria, Moğolistan'a gelmeden hayatını kaybediyor. Develer üzerinde günler süren yolculukla Konstantinopolis'ten Bağdat'a gelmişken geri çevrilmeyen genç prenses, Hülagû Han'ın oğlu Abaka Han'la evlendiriliyor. 15 yıllık evliliğin sonunda Abaka Han da vefat edince; Maria "kağan" ile evlenmiş bir prenses olarak başkasıyla evlenemeyeceği için Konstantinopolis'e dönüyor, Panayia Muhliotissa'nın manastırında hayatının kalanını geçiriyor.


Annesini, sevgilisini, gözünü, gençliğini ve mutluluğunu yitiren, zorla evlendirilerek bozkırlara yollanan Bizans Prensesi, İstanbul’un Fatih’i Sultan Mehmed’in Rum mimarı tarafından “kilise” olarak korunmasını sağladığı Panayia Muhliotissa'da bulunduğu süre içinde kendisini dine veriyor. Tüm varlığını, İstanbul'un kurucusu Agios Konstantinos, annesi Agia Eleni'nin ve 'kutsal' sayılan haç ikonografisi karşısında; Tanrı'ya ve İsa'ya adayıp yaşamının anlamını bulmaya çalışıyor.


Moğolistan'da da 'misyonerlik' faaliyetleri yürüterek Hıristiyanlığı yaymaya çalışan Maria, kadın ve çocuklarla yakından ilgileniyor.
Yaptığı iyilikler ve hayır çalışmaları nedeniyle "Doğu'nun Meryem'i" veya "Moğolların Meryem'i" olarak anılmaya başlıyor.

Bu yüzden de buraya; "Moğolların Meryemi Kilisesi" deniyor. Bizans Sarayı'ndan bugüne kalan acıklı hikâyeler, Mutluluk Destinasyonu ile sizlere kadar ulaşıyor. Bizans'ın giriş kapısı Balat ise Haliç'in kıyısında duruyor; siz de gidip Maria'nın aşkının izlerini sürebilirsiniz.

10 Kasım 2018 Cumartesi

Yarımada'da "tam tur"

Sultanahmet’ten Ahırkapı’ya oradan Kumkapı’ya uzanan rota, bir zaman tüneli olarak bugün hâlâ aynı masumiyetini koruyor. Arasta Çarşısı’nda tarihi halılar, kilimler ve dokumalar sere serpe alıcısını bekliyor. El ele bir turist çift yanımızdan geçiyor; antikalar, bakır işlemeleri, sedef kakmalı ahşap eşyalara bakarak yorum yapıyor, kadının aklı gümüş takılarda kalıyor, adam tabloları, minyatürleri inceliyor. Sultanahmet Camii’ni ardınızda bırakıp dar ve taş sokaklardan kıvrıla kıvrıla Ahırkapı’ya inerken; sağınızda ve solunuzda, ahşap konaklar, butik oteller, çeşmeler, hamamlar, mektepler ve mescidler sıralanıyor. Avare avare dolanırken, Bordolu Çocuk'a dönerek; "Zamanların eskisinde İstanbul'un yedi kapısı varmış, surlardan dışarı açılan" diyor Albanita. Mutluluk Destinasyonu, bahse konu yedi kapıdan ikisini sizin için aralıyor.
Ahırkapı - Mutluluk Destinasyonu

Adını Osmanlı Sarayı’ndaki atların ahırlarından alan Ahırkapı’dayız bu hafta…
Akşam, Kumkapı’daki balıkçı sofrasında demlenerek, son satırları düşüyoruz.

Cankurtaran'da denizden yansıyan gün ışığıyla kahvaltı yapıyoruz önce. Tarihin kalbinde, şehrin kalabalığı ve gürültüsünden uzakta diz dize atıştırırken; Marmara'nın suyu sakince kıyıya vuruyor, büyük muhasara sonunda yorulmuş surların sessizliği etrafına yayılıyor, sıcak bir sonbahar sabahında İstanbul henüz kendini dinliyor.

Çaylar ve portakal suyundan son yudumu alarak, akşama kadar 15 bin adım atacağımız yollara düşüyoruz. Başlangıç olarak Ahırkapı'da tarihin ayak izlerini takip ediyoruz. “Ahırkapı” ismi Bizans imparatorları ve Osmanlı padişahlarının atlarının ahırlarından gelirken; ayrıca İstanbul’u alan ve çeşitli muharebelerde de kullanılan top arabalarını çeken atlar da uzun yıllar burada bağlanmış.
Ahırkapı - Mutluluk Destinasyonu
Ahırkapı - Mutluluk Destinasyonu
Sahile inerken, Bukoleon Sarayı’nın duvarlarında kelebek ve kuşlar objektif kadrajına giriyor. Bizans’ın tarihi sarayı, 5. Yüzyıl’dan 21. Yüzyıl’a ulaşırken; bir günlük ömrüyle kelebeğin canlılığı ve tarihi yapının asırlık direnişi arasında yeniden hayat buluyor, tezat kuruyor. Mermer çerçeveli, üç büyük penceresi olan kemerli taş duvarlar, geçmişin yaşanmışlıklarını da hissettiriyor.

Hemen arkasında tren yoluna paralel olarak Akbıyık Sokak uzanıyor. Ara sokaklarda virane haldeki çok sayıda tarihi yapı, Amerikan, İtalyan ve Almanlar tarafından satın alınarak; yeniden inşa edilmiş yükseliyor. Nevşehir doğumlu 40 yıldır Ahırkapı’da yaşayan Tahsin Amca, seksek oynadığı, koşuşturup terlediği sokak aralarına bakarak hafızasındakileri tazeliyor. Hüzünleniyor. Eskiyle yeniyi karşılaştırıyor ve “Kendi topraklarımızı, müstakilen satıyorlar; yarın ‘bizim’ diyeceğimiz bir şey kalmayacak. Savunacak bir kıyımız da olmayacak” diye dertleniyor. Değirmen Sokağı ile Oyuncu Sokağı arasındaki tren yolunu kesen üst geçidi göstererek, ‘Burada ne diziler, ne filmler çekildi be çocuklar’ diyor, mahalle kültürünün işgal edildiğini, artık eski kimliğini kaybetmeye doğru gittiğini anlatıyor.

Ahırkapı - Mutluluk Destinasyonu
Yol üzerindeki Hacı Hasan Efendi Çeşmesi ve Valide Çeşmesi’nin sesi kesilmiş artık. Bordo görünümüyle etkileyici duran, musikişinas beyefendiler ile alımlı hanımefendilerin uğrak yeri olan Dede Efendi Evi, geçmişin bugünden ileride olduğunun da numunesi olarak yer alıyor. 19. Yüzyıl’dan kalma burada bizi de güler yüzleriyle karşılayan hanımlar, mezatta birkaç parça satıp Kumkapı’da keyifli bir akşam geçirmenin derdindeydi. 

Sultanahmet Camii ve Ayasofya’nın eteğindeki bu mahalle, bahar aylarında saz nameleriyle inliyor. Akbıyık Camii ise İstanbul’un fethinden sonra yapılan küçük bir mescid. Ezan sesleri ile saz ezgileri Ahırkapı’da kozmopolit bir armoni oluşturuyor. İstanbul’daki camiler arasında Kıble’ye en yakın noktada konumlandırılan Akbıyık Mescidi, cadde üzerinde sizi köşe başında karşılıyor. Yeşilçam'ın kötü adamı, gerçek hayatın yumuşak kalpli iyi insanı Erol Taş'ın kahvesinde bir el tavla atmayı ihmal etmeyin. Sirkeci'den sonraki ilk tren istasyonunda yer alan eski kahvehanede Albanita, koltuğunun altındaki söküğü işaret ederek, tavlayı Bordolu Çocuk'un kolunun altına verirken; mars olmanın huzursuzluğu güzel kahvenin tadıyla bastırılıyor. Öyle ya bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır, yenilsek de 'ahde vefa' nedir, biliyoruz elbette. Türk sinemasının geçit töreni yaptığı kıraathanede, zar sesleri duvarlarda yankılanıyor, nargilenin dumanı Ahırkapı'dan sahile açılıyor. Derin muhabbetlerde ülke kurtarılıyor, 'sevdalı sözcükler' de duyuluyor.
Ahırkapı - Erol Taş Kahvesi - Mutluluk Destinasyonu

Biraz geride Ahırkapı Feneri, beyaz bir güvercin gibi, Sarayburnu’nun ‘ilk kandili’ olarak ışıyor, kaptanlara pusula oluyor. Akşam çökünce bir başına yanıp sönüyor tarihi Ahırkapı Feneri, karada sıkılmışça denizlerdeki sonsuzluğa karışmak istercesine… 16 mil uzaklıktaki balıkçı tekneleri, yolcu vapurları, uluslar arası yük gemilerine yol gösteren fener, denizden 36 metre, karadan 26 metre yüksekliğine rağmen kendi yolunu bulamayarak yüzyıllardır aynı yerinde duruyor. Kızkulesi ve Fenerbahçe Feneri’yle bir üçgen oluşturan Ahırkapı Feneri, adeta Ayasofya ile Topkapı Sarayı’nın güvenliğinden sorumlu gibi vazife alıyor.
Ahırkapı - Mutluluk Destinasyonu
Kumkapı - Mutluluk Destinasyonu
1755’te Kahire’den gelen Hacı Kaptan’ın komuta ettiği gemi, hava şartları yüzünden Kumkapı’da karaya oturunca, Sultan III. Osman hemen Sadrazam Mehmed Said Paşa’ya emir vererek Ahırkapı Feneri’ni yaptırtır, o gün bugündür denizcilere ışık saçar. Bir daha herhangi bir kaza vakası cereyan etmez.

Yol boyu Küçük Ayasofya'yı adımlarken; Cankurtaran ile Kadırga arasındaki tarihi Fransız Hapishanesi’nde soluklanıyoruz. Bizim soluklandığımız taş zemin üzerinde kim bilir kaç gayr-i müslim için nefes kesildi. İç parçalayan gıcırtılar, ölümcül acılar duvarlarda hissediliyor. Yıllarca mahkûmların ıslah yeri olarak kullanılan Fransız Hapishanesi, artık sanat ve kültür merkezi olarak değerlendiriliyor. 1800'lerde Sultan Abdülhamid tarafından yaptırılan hapishane duvarları arasında, yaklaşık 90 yıl boyunca Osmanlı sınırlarında suç işlemiş Fransızlar tutukluluğunu geçirirken; artık cep tiyatrosu, kütüphane bulunuyor. Hat, ebru, tezhip, minyatür gibi el sanatlarının yapıldığı eski hapishane yeni kültür merkezi, göz alıcı manzarasıyla ressamların ve sakinliğiyle müzisyenlerin uğrak adresi olarak bulunuyor. 

Fransız Hapishanesi içinden geçerek, bir başka anıtsal yapıya varıyoruz. İstanbul'daki Ermeni Cemaati'ne ait olan bazilika görünümlü Surp Harutyun Kilisesi'ne uğruyoruz. 1738'te sade ve ahşap bir mimariyle inşa edilen kilise, genç bir çiftin evlilik ayinine hazırlanıyor, bir köşede ise dindar ufaklık dilek mumlarını diziyor. Meşelik Sokak'tan sonraki son durağımız Kumkapı’ya artık geçiyoruz. Biraz sonra gün batıyor, Kumkapı’da fasıllar, Roman havalarıyla akşamın sesleri başlıyor, derinlerden bir yerden müzik duyuluyor. Masadan masaya dolanan keman, klarnet ve darbukanın sesi yaklaşıyor, seyyar müzisyenlerin neşesi balıklı fıskiyeye çarparak beş parçaya bölünüyor, küçük meydandan ara sokaklara dağılıyor.

Eski tarihlerde uzun deniz yolculuklarından sonra gemiden inen kaptanların kara özlemini dindirdiği ilk balıkçı köyü Kumkapı'da işlerinden dönenler halsiz, rastgele adımlarla evinin yolunu arşınlıyor. Günün yorgunluğunu açık hava restoranlarındaki masalarda atan iş insanları ile aşk içinde bakışanlar sırt sırta oturuyor. Birbirinden farklı lisanlar, rengarenk deriler aynı sofralarda Kumkapı'da buluşuyor.

Marmara Denizi’nin kokusu, iki katlı Tarihi Kumkapı Balıkçısı'nın balkonundaki soframıza konuk oluyor. İstanbul'un Afrika ve Ortadoğu'dan aldığı göçten bıkkınlık ile garsonlar, konuşacak hoşgörülü müşteri ararken, gözüne bizi kestirmiş olacak ki; biriktirdiği dertleri üzerimize boca ediyor, bir taraftan da Kumkapı'nın tekinsizliğinden dem vuruyor. Ancak akşamın ilk saatlerinden başlayan, sabahın ilk ışıklarına kadar süren eğlenceleri gölgeleyemiyor.

Birbirinden lezzetli balıklar ve etler, çeşit çeşit mezeler aşk sohbetlerinin de tadı oluyor. Kadehlerdeki yudumlar dudakları ıslatıyor, ay bulutların arasından göz kırpıyor. Bir martı gelip yanı başımıza konuyor. Kediler damdan dama restoranları dolanıyor. Uzaklarda yine ağlar atılıyor, balıkçılar arasında sandal sohbetleri duyuluyor, martılar onların etrafında rızkının peşinde uçuşuyor. Albanita’nın gözlerinde mutluluk yeşeriyor, tabağımıza çakır keyif duygular dökülüyor.

8 Mayıs 2018 Salı

Şehrin göbeğinde bir ghetto: Balat

Yine yeni bir gün doğuyor. Sabahın ilk ışıkları Haliç’e düşüyor. Su üzerinden yansıyan güneş ışığı, bulduğu boşluktan Balat’ın sokaklarına dağılıyor. Hüzünlü, yorgun, yalnız bir gece, sabaha dönüyor; Balat ışıldıyor, sakinleri bir günü daha karşılıyor. İstanbul’un kuruluşu ile eş bu şirin, küçük, sempatik semtte “umut” bir kez daha doğuyor, her yer aydınlanıyor.
Balat/Mutluluk Destinasyonu
Yaşı, ellerinin üstünde derisinden taşan damarlarından ölçülebilecek adam, köşedeki kahvenin yolunu ağır aksak adımlıyor. Doğulular için burası Balat; oysa Batılılar, ‘Palatia’ olarak biliyor. Bizans Dönemi’nde önemli bir merkez olarak not ediliyor. Resmî kaynaklar, 13’üncü yıla kadar iniyor. Anadolu mallarının ‘ihraç limanı’ vazifesi gören burası, Venedik ve Ceneviz tüccarları için uğrak bir faaliyet alanıydı. Osmanlılar’da ise “hayati” bir deniz üssü olarak konuşlanmıştı. Venedikliler ile suların üstünlüğü için yapılan tarihi savaşlarda, Osmanlılar’a çalışan korsanlar için hareket, harekât ve toplanma yeri olarak Balat’ı kullanılırdı. 

Balat/Mutluluk Destinasyonu
İçerideki sıcak ile dışarıdaki soğuktan camı buğulanan kahvehanedeki pencere kenarı masada oturan ihtiyar, dumanı üzerindeki acı çayından ilk yudumu alırken; sigarasından efkâr dolu bir nefes çekiyor. Mazideki günlerinin muhakemesini yaparken bu yaşlı adam, Balat’ın geçmişinden bugüne milyonlarca sakininden biri olarak, Haliç’in sularında uzaktaki bekleyenini gözlüyor. 
Balat/Mutluluk Destinasyonu
Balat, 16’ncı yüzyıl süresince 145’i gayrimüslim aile olmak üzere 3 bin nüfusa hayat sağlıyordu. 17’nci yüzyıl boyunca bataklıkların genişlemesi, salgın hastalıkların yayılması ile ticari hüviyetini kaybeden semt, 14 mahalle ve yalnızca 500 kişilik bir nüfus kadar küçüldü. 19’uncu yüzyıl içinde iyice önemini kaybeden bu mahalle, artık ‘köy’ olarak kabûl gördü. Ancak buna rağmen bin 144 müslüman, 538 gayrimüslim, 29 da eski Mısır’ın ‘Hristiyan halkı’ Kıptî hane yaşam sürmekteydi burada. Bütün bu rakamların toplamındaki erkek nüfus oranı 864 olarak dikkat çekiyor. Buna mukabil Balat’ta her dönem 1’e üç oranında gayrimüslim aile yaşamaktaydı. 
Balat/Mutluluk Destinasyonu
Sosyal meselelerin konuşulduğu kahvehane müdavimlerinden olan yaş almış adam, yüzündeki kırışıklıkları ve çukurları düzeltmeye çalışırken; çelişkilerle dolu bu yerde, iyi ile kötünün iç içe geçtiğini düşündü. Karşı penceredeki soba borusundan çıkan duman yoksulluk ile masumiyet arasında bir ‘geçit töreni’ sunuyordu. 21’inci yüzyılda yaşadığınıza dair pek fazla kanıt bulamayacağınız, eski çağlardan birinden bugüne uzanan İstanbul’un paslanmış semtinde, diğer tarafta ise kadınlar, kapı önünde ayak üstü laflıyor. Az sonra sümüklü çocukların ‘şen’ kahkahaları duyulurken; Balat’ta soğuğa rağmen hâlâ sokakta ip atlayan, top oynayan küçükleri bulabilmek modern dünyanın hızlı değişimlerine inat bir direnç gibi duruyor. Zamansız bu yer, saflık taşıyor. 
Balat/Mutluluk Destinasyonu
Fener Patrikhanesi’ne yakınlığıyla Bizans Dönemi’nde, soylu Rum ailelerinin yaşadığı Balat, Osmanlılar’ın himayesine giren İstanbul’da da Museviler için ‘mesken’ oldu. Bizans İmparatorları’nın Haliç’ten kente girdiği protokol kapısı olan Balat, bugün gerilmiş yeşil çuha üzerine elindeki iskambil kağıtlarını sertçe vuran kaygısız beyleri ağırlıyor. Saçları ağarmış, yorgun gözleri, titreyen elleri ile ihtiyar adam, daldığı derin düşüncelerden; ‘kupa kızı’ kağıdının sahibi ellerin masaya vurarak çıkardığı gürültülü ses ile bir an irkilerek uyandı, bacak bacak üstüne sabitlediği zayıf ayağı o an sarsıldı. Merdivenli Yokuş’tan iki sevgili, sarmaş dolaş aşağı iniyor. İki veya üç katlı değişen, cumbalı evlerin arasındaki boş arazide eskilerin tabiriyle bıyıkları yeni terleyen gençler, yeni yetme birkaç delikanlı ise kaçak göçek sigara içiyor, içemiyor, öksürüyor; bir daha hevesle duman çekiyor.
Balat/Mutluluk Destinasyonu
Kastilya kökenli Isabel ile Aragon soyundan Ferdinand’ın 1492’teki evlilikleri, Hristiyan / Katolik Birliği’ni sağlarken, Monarklar önce Müslümanları sonra Yahudileri İspanya’dan sınır dışı etti. Bizans Dönemi’ndeki Rum beldesi Palatia’nın geleceği tam da burada el değiştirdi. 
Balat/Mutluluk Destinasyonu
II. Bayezid, bir imparatorluk gemisi ile yurtsuz kalan Yahudiler’e Balat’ta ‘vatan’ kapısı açarken; İstanbul’un en eski sinagogu Ohrid de böylece inşa edildi. Balat, İspanya’dan sonra sırasıyla Makedonya, Portekiz ve İtalya’dan da göç aldı. Rumlar, Museviler ve Osmanlı’nın Fas’tan getirdiği Müslümanlar ile bu yer, tarihin akışı boyunca kiliseler, camiler ve sinagogların omuz omuza yükseldiği barışın ve kardeşliğin sembolü oldu. Şimdilerde bir pencereden, diğerine gerilmiş ipe asılı yeni yıkanan çamaşırların kokusu sokaklara yayılıyor. İstanbul’un en tarihi destinasyonu Balat’ta bir köşede de kimsenin izlemediği eski bir televizyonda ‘at yarışı’ anlatan spikerin heyecanı, mahalledeki hareketliliğe karışıyor. Bir süre sonra coşkulu ses, kalabalıkta etkisini kaybediyor; Çıfıt Çarşısı’na doğru tamamen yok oluyor. Esnafın gürültüsü, eski televizyondaki heyecanlı anlatışa baskın geliyor.      
Balat/Mutluluk Destinasyonu
Osmanlıca “Yahudi” demek olan Çıfıt Çarşısı’nda unutulmaya yüz tutmuş meslekler bugün de yaşatılmaya çalışılıyor. Bazılarını ise artık sadece bu yazıda okuyabilirsiniz. Bir dönem Balat’ta; bargirciler (yük taşıyanlar), babuçcu (ayakkabı tamircisi), attarlar, nalbantlar, dalyancılık (balıkçı), çulculuk (halı dokuması), dülgerler (ahşap ev ustalığı), sığırtmaçlar (büyükbaş hayvan çobanı) da bulunurdu. Çiftliklerin yer aldığı eski Balat’ta toprağa dayalı hayvancılık ve tarım faaliyetleri, diğer meslekler ile münasebetine oranla yüzde 72’ler seviyesindeydi. Geniş arazilerde tarımsal işler yapılırken; su ve rüzgar gücünden faydalanılan ‘değirmenler’ de Balat’ın hafızasında sık yer alırdı. 
Balat/Mutluluk Destinasyonu
Ölüm ile yaşam arasındaki ince çizgi üzerinde artık denge kuramayan yaşlı adam, çevredekilerin verdiği birkaç parça lokma ile günlerini tamamlıyorken, Agora Meyhanesi’nden hep aynı müzikler yükseliyor. Bir köşede kederlerini içine akıtan, dertli göz yaşlarını dışına bırakan genç bir kadının, iç çekişleri duvara çarpıp yeniden masasına düşerken; beri tarafta birkaç kişilik arkadaş grubunun neşeli sohbeti ise hayatın bildik tezatını oluşturuyor.
Balat/Mutluluk Destinasyonu
Yahudi ailelerin hakimiyetindeki Çıfıt Çarşısı ve ticari hayat, zaman içinde Haliç’in karşı kıyısındaki Hasköy, ardından daha tepedeki Beyoğlu’na yer değiştirdi. Ancak I. Dünya Savaşı’ndan sonra azalan Musevi nufüs, İsrail Devleti’nin kurulmasıyla da Balat’ı terk etti. Az sayıdaki kalan varlıklı aileler, kısa zaman içinde tamamen Beyoğlu’na yerleşti. Balat artık; Osmanlılar için atölye ve fabrikalar bölgesi olarak konumlandırılmış, fetih ile birlikte getirilen Faslılar’a kalmıştı.
Balat/Mutluluk Destinasyonu
Sabah ışıltı ile doğan, birkaç saat içinde hareketlenen Balat’ın sokakları asırlardır olduğu gibi, benzer pişmanlıklar ile karanlığa dönüyor. Güneş ışıklarının kırık tesiri, parça parça azalıyor. Haliç’in suları, kırmızı ile gri arası bir renge dönüyor. Günü kimsesiz evindeki ‘yalnızlık’ yerine kahvehanedeki kalabalıkta geçirmeyi adet edinmiş ihtiyar, ömrünün son dakikaları olduğundan habersiz akşam olmasını bekliyor. Biraz zaman sonra kalp krizinin sokakta yakaladığı yaşlı adam, sonsuzluğa yürürken; Balat’ta bir başka yaşamın başladığının ince, acı, tiz ve yüksek sesi, cumbalı evin camından duyuluyor. Yaşam bir ‘köşe kapmaca’ gibi taşıdığı simaları değiştiredursun; hayatın kendisi sayılabilecek Balat ise bütün varlığıyla açık hava platosu gibi ev sahipliğine devam ediyor.
Balat/Mutluluk Destinasyonu
Öte yandan Balat’ın altından Kocamustafapaşa’ya kadar uzayan bir başka Balat daha yaşıyor. Dehlizler ile birleşen, yeraltı geçitlerinden bir kol Haliç’e diğeri zindanlara açılıyor. Bu gizemli tünellerin, savaş esnasında Bizans’ta imparator ve komutanlar için kaçış güzergahı olarak kullanıldığı zannediliyor. Yangınlarıyla da meşhur burada, korkulu çığlıklara aşina mahalledekiler tanıktır; gün be gün ahşap evler hep daha güzellerine yerini bıraktı. ‘Yedi Evler’ bunların son örnekleri olarak Merdivenli Yokuş’ta arz-ı endam ediyor işte... Rumca “saray yeri” manasına gelen Balat’ta Yedi Evler adeta sarayların güzelliğine prototip olarak sıralanıyor. Bol yokuşlu, dar sokakları, uzun merdivenleri ile bambaşka bu dünyada iki kafadarın bir köşedeki tavla düellosunun, ‘zar sesleri’ de günün özeti...
Balat/Mutluluk Destinasyonu
Siteler, plazalar, rezidanslar çoğalırken çevre çevre diğer semtlerde, modernite düşmanı bu yerde, takvimler adeta 1930’lardan sonra işlememiş gibi… Balat yeniliğe direniyor, değişime baş kaldırıyor Balat... İstanbul’un doğal fotoğraf stüdyosunda, köhne, dökük, eski evlerde canlı tarih yaşatılıyor. Yaşlı semtte, yaşam her gün bir daha canlanıyor. Sakinleri değişse de hep bir şekilde yepyeni bir hayat başlıyor. Yorgi’nin yetimlerinden, Abraham’ın çocuklarına ve dahi göçüp giden yalnız Mehmet Efendi’ye kadar Balat’ta yaşamak, yüzyıllardır değişmeyen bir ritim ile aynı akıyor. Bakarsın biz de yine kalbimizi kanatarak sana geliriz Balat, bir kaçış, bir sığınak olarak, kucakladığın tarihte geçmiş mutlu günleri arar, kovalarız düşlediğimiz çocukluğu… Veya hayallerini kurduğumuz yarınlara başlarız. Belki ömrümüzün kalanı, geçenden güzel olur. Sen varsan, neden olmasın!

Çengelköy: Boğaz'ın kenarında asırlık bir çınar

Boğaziçi’nin esintileri, yalıların alt katına, cumbalı üst katlara misafir oluyor. Bahçesi “deniz” olan Muazzez Hanım Yalısı, Server Bey Ya...