nasıl gidilir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
nasıl gidilir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Kasım 2020 Çarşamba

Pierre Loti'nin izinde Eyüpsultan yollarında

Eyüpsultan İskelesi’nden çıkanlar, trafik ışıklarında bekliyor; karşıya geçmek için… Bulutlar şehrin üzerine çökmüş, gri bir hava ile örtülü İstanbul, yağmur bekliyor. Neyse ki ışıklar çabuk yeşile dönüyor, kurulmuş gibi insanlar duran arabaların önünden karşılıklı olarak birbirine tezat şekilde geçiyor. Mutluluk Destinasyonu bu hafta, Eyüpsultan’ı keşfe çıkıyor.


Kaptanpaşa Camii, bir mescid olarak dizayn edilmiş küçük bir yer. Eyüpsultan’ın giriş kapısı gibi konumlandırılmış cami, semtin kimliğini de ele veriyor. İki merdivenle çıkılan caminin altında ve yanında iki çeşmesi dikkat çekiyor. Camiyi, Sokullu Mehmed Paşa’nın oğlu İbrahim Han için kahyası Gürcü asıllı Mahmud Ağa, 1567’de yaptırmış. İç çatısı ahşap olan, içinde 1318’den kalma ‘altın’ işlemeli Ayet-i Kerimeler bulunan, sempatik minaresi ile “kare planlı” eski bir konağı andıran 453 yıllık mescid, asırlara uzanan görmüş geçirmiş bir yapısıyla, daha Eyüpsultan’a girmeden misafirlerini heyecanlandırıyor. Albanita ile Bordolu Çocuk da Eyüpsultan Camii’ne gelmeden bir süre hayranlık ile buraya bakıyor. Kaptanpaşa Camii semtteki birçok saklı güzelliği de fısıldıyor.

Kaptanpaşa Camii’ni geçip Eyüpsultan Camii’ne doğru düz devam etmek yerine solunuza dönerseniz, ahşap ve cumbalı konakların arasında kalacak ve kendinizi bugünkü dünyadan soyutlanmış, tarihler arasında bir yolculuğa çıkmış gibi hissedeceksiniz. Kendi kendinize oracıkta sorgulamaya başlayacaksınız, yaşayışınızı ve istemeden kalbinizden dökülecek cümle şu olacak konaklara bakarken: “Burası yaşadıklarını sananlar ile öldükleri sanıların sınır çizgisi.” Çünkü bizden asırlar önce yaşamış olanların standartlarının güzelliğine bugün bakarken; iç geçiriyorsak hâlâ pek hayatta olduğumuzu iddia edemeyiz.

Eski evler arasında dolanırken; Necip Fazıl Kısakürek’in ‘ahşap ev’ tasviri gelip kuruluyor Bordolu Çocuk’un zihnine… Hani şu; 3 katlı ahşap konakta torun ile büyükanne arasındaki ‘Batılılaşma’ ile derdini anlattığı dizeler… Sahi ne diyordu söze konu ‘Muhasebe’ şiirinde şair; “Üç katlı ahşap evin her katı ayrı alem! Üst kat: Elinde tespih, ağlıyor babaannem. Orta kat: Mavs oynayan annem ve aşıkları, Alt kat: Kız kardeşimin Tamtam da çığlıkları.”

Eyüpsultan belki de, daha ilk adımlarında Bordolu Çocuk ve Albanita’ya ‘imparatorluk’ Türkiye’si ile yeni doğum aşamasında imkânsızlıklar içindeki ‘Cumhuriyet’ rejimiyle yönetilen devletin dönüşümünü gösteriyordu. Reddimiras bugün ahşap konakların önünde biz ağlarken, aynaların bize güldüğünü işaret ediyor.

Geleni gideni, gezeni göreni çok olduğunu az ilerideki bir konağın kapısına koyulan not ile tebessüm ederek anlıyoruz. Evde bebek olduğuna dair bir pusula bırakan hane sahipleri, sosyal medya gençliğinden “Uzakta fotoğraf çekmelerini” rica ediyordu.

Konakları gönül kırıklığı ile ardımızda bırakarak Eyüpsultan Camii’ni tavaf edip, dudaklarımızda mırıl mırıl temennilerimiz ve dualarımızla Piyer Loti Tepesi’ne çıkmak için teleferik istasyonu için adımlarımızı sıklaştırıyoruz. Yağmur ha yağdı, ha yağacak çünkü…

Dünya ile ölüm arasındaki bu yolculukta, mezarlıkların üzerinden tepeye çıkıyoruz; ancak toprak altındakilerinin ruhunun ise “gökyüzü ve üzerimizde olduğu” inancı ise ezberleri, dengeleri alt üst ediyor burada. Birkaç dakika içinde teleferik ile deniz seviyesinden 45 metre yüksekliğe ulaşıyor Albanita ve Bordolu Çocuk. Adet olduğu üzere teleferikten inen herkes gibi panoramik bir Haliç fotoğrafı çekiliyor. 

Adını Fransız Deniz Kuvvetleri’ndeki albay Pierre Loti mahlasıyla Julien Viaud’tan alan tepe, hafta sonu kalabalığa rağmen sakin bir gün geçiriyor. Belki de erken saatler olmasından  kaynaklanıyor.

Albanita ile Bordolu Çocuk, mavi kırmızı kareli masa örtüsüyle kapatılmış masalara oturuyor ve Pierre Loti üzerine konuşuyor. 1876’da subay olarak İstanbul’a geldiği bilinen Viaud’un “Osmanlılar’daki sosyal hayat ve Eyüp’ün sırtlarındaki ‘Altın Boynuz’ denilen Haliç manzarasından etkilenerek burada kaldığı” klişe sözleri ediliyor. Ancak Albanita farklı bir şey söyledi: “Bugün ‘Pierre Loti Çay Bahçesi’ denilen yer, Viaud’un sıklıkla uğradığı günlerdeki adı Rabia Kadın Kahvehanesi.” Albanita, ‘Hatta’ diyerek şöyle devam ediyor: “Pierre Loti’nin ‘Aziyade’ adlı romanında anlattığı kadın, aslında gerçekte aşık olduğu, Selanik göçmeni evli bir hanımefendi. İstanbul’a hayranlığından falan değil; bayağı kadına aşkından Eyüpsultan’a yerleşiyor.”

Albanita ile Bordolu Çocuk kahvelerini içerken; ilgi ve sevgiye muhtaç bir kedi gelip ayaklarına yapışıyor. Önce Albanita’nın kucağına sonra Bordolu Çocuk’un omuzlarına ve başına çıkan kedi, bir süre ayrılmalarına da müsaade etmiyor. Masalar arasında adeta maskot olan kendi, Pierre Loti gibi son konukları Albanita ile Bordolu Çocuk’u da Eyüpsultan’ın sırtlarında müdavim olarak tutmaya kararlı olsa da ilgisi ve sevgisiyle hemen yan masadakilere emanet edilerek, takribi 650 metrelik eğilip bükülen mezarlıklar arasındaki yoldan aşağı iniliyor.

19. Yüzyıl’da İstanbul’a gelen bütün Levantenlerin ve seyyahların uğrak yeri Pierre Loti’den veya Evliya Çelebi’nin Seyahâtnamesi’ndeki adıyla İdris Köşkü Mesiresi’nden uzaklaştıkça, Kaşgari Dergâhı’na ve tanıdık mezarlara yakınlaşılıyor. Hepsine ayrı ayrı selam verip dualar edilerek; yeniden Eyüpsultan Meydanı’na varılırken; Albanita’nın teklifiyle Balat’a geçiliyor.

Balat / Mutluluk Destinasyonu
Orada yaşamayanlar için girilmesi tehlikeli olan Lonca’dan dükkânların kapısında her an kullanılmaya hazır makineli silahların gölgesinden, ‘yadırgayan’ tehditkâr ve rahatsız eden bakışların arasından geçerek, Balat’a giriliyor. Göz kırpmasına, tebessüm edilmesine karşı kavga çıkabilme potansiyeli olan Lonca’daki baskıdan sonra Balat’taki rahatlık ile Albanita ile Bordolu Çocuk nefes alıyor. 

Balat / Mutluluk Destinasyonu
Bizans’tan miras semtte, gün yorgunluğu atılırken; yine gelecekten ve geçmişten söz açılıp zamanın demi alınıyor

Balat / Mutluluk Destinasyonu

Saatlerdir peşlerinde dolanan gri bulutlar ise Balat’ta soluklanırken; ‘rahmet’ olarak üzerlerine yağıyor. Ancak bir yol kenarı kafesi verandasına sığınmış olarak yağan yağmur, sadece romantizm oluyor. Keyifli bir gün daha ‘anı albümü’ için not diye işleniyor.

24 Haziran 2020 Çarşamba

Naftalin kokulu hayat

Dantel örtülerle kaplanmış fiskos masalarda derin sohbetler ediliyor. Balat’ın misafir odası Naftalin Kafe kapılarını geçmişin kıymetini bilenlere, geride kalan masumiyet dolu günlere özlem duyanlara açıyor. Mutluluk Destinasyonu bu hafta, bir devam yazısı olarak Balat’ın “en güzel” köşesinde soluklanıyor. Demlenmiş çaylar, köpüğü bol kahveler gelip gidiyor.

Unkapanı Köprüsü’nden geçip sağ tarafa dönerseniz, Fener’e doğru yol alırsınız. Dünyadaki 250 milyon Ortodoks için ruhani liderlik yapan Fener Rum Patrikhanesi’ni geçtiyseniz, Balat’a varmadan sizi sarmaşıkların ardında ıslak kek kokusuyla karşılayacak Naftalin Kafe. 

İlgili, güler yüzlü ve zarif sahipleriyle tanıştıysanız, bir daha gelmemek için bir sebebiniz kalmamıştır zaten. Otantik ortamıyla sizi kendine çekecek olan kafe, doğallığın güzelliğini fark ettirecek. Kimi masalarda uyuyan, kimi sandalyelerde oturan, kimi ayakaltında dolanan kedilerin özel ayrıcalık gördüğü Naftalin Kafe’de çilekli limonata içmeniz ‘Bordolu Çocuk’ tavsiyesi olarak not edilsin. Kedilerden izin isteyip yanlarına oturabilirsiniz. Kurabiyelerinize karışmayacağını, çay bardaklarınıza ilişmeyeceklerini bilmelisiniz. Konuşmalarınıza kulak misafiri olup da sır saklamayı bilen kadir bilen kediler bunlar.

Vita yağ kutularında çiçekler, çevirmeli telefon, bir zamanlar her evde bulunan vintage örgüler, dantel örtüler, önceki kuşaktan kalma fincan ve tabaklar, eski duvar işlemeleri ve yer döşemesi, eski tarz bir buzdolabı, perma makinesi, daha nice ‘nostaljik’ ayrıntılarıyla Naftalin Kafe, sizi çocukluğunuza götürecek. ‘Albanita’ önerisiyle güzel tostlarının yanında ev yapımı turşuların, havuçlu keklerin tadını unutamayacaksınız.

Biberli ekmek, rahibe köftesi ve limonlu kek de denenmesi gereken lezzetler arasında…

Burada geçireceğiniz vakitlerde, zaman tünelinden geçmiş gibi bir yolculuğa çıkacaksınız. Her detayı incelikle düşünülmüş Naftalin Kafe’de değerli anlar geçirecek, Bordolu Çocuk’un annesinin çeyizlik fincanlarında ‘dibek kahvesi’ yudumlayacaksınız. Buzdolabı kapağından tuvalet kapısı bile mekânın nasıl özenle düşünüldüğünü işaret ediyor.

Saatlerce eski evde kitap okuma hayalini gerçeğe dönüştüren Naftalin Kafe, Albanita için de ‘özel’ bir yer. Kurulum aşamasında emek veren, sahipleriyle arkadaş olan Albanita, burada “ev sahibesi” konumunda. Eğer kış mevsiminde geldiyseniz, sobadaki ateşte odun çıtırtısı eşliğinde, yudumladığınız Mardin kahvesi tadı damağınızda dağılırken; ‘huzurlu dakikalar’ geçireceğinizi temin ederiz. 

İstanbul’un orta yerinde İstanbul’dan uzakta sakinleşip hafif müzik sesiyle dinleneceksiniz. Biraz 80’ler biraz 90’ların, hatta 70’lerin izlerini taşıyan ambiyans altında “sevgi dolu” duygular yaşatacak size Naftalin Kafe.

Arayıp da bulamadığınız sıcaklığın, ailenizin evindeki mutluluğun adresini istiyorsanız; kedi mırıltıları yankılanan şirin yer Naftalin Kafe’ye koşun. Bizden söylemesi…

Mutluluk Destinasyonu’nun da selamlarını götürmeyi unutmayın.

12 Haziran 2020 Cuma

İstanbul'un en yalnız kilisesi

Hüznü bir zevk edinenlerin yaşadığı İstanbul'u belki de bir zamanlar sahip olduğu şeyleri kaybettiği için seviyoruz. Bu yüzden zamanlara arada düğüm atıyoruz ki; 'ömür' dedikleri iplik tekdüze gitmesin, geçmiş günler zevkle hatırlansın, gelecek günlere umut kalsın istiyoruz. Hayatımıza bir anlam verme telaşı içinde Mutluluk Destinasyonu olarak şehrin tenha olduğu bugünlerde, Balat'ın otantik sokaklarına karışıyoruz.


İstanbul'un körfezi olan Haliç'in kıyısındaki semtte, Bizans Sarayı'nın izlerini sürerek zamanlar arasında geçiş yapıyoruz. Rumca kelime anlamıyla "saray" demek olan Balat'ta, geçmişin görkemli, ışıltılı günlerinden izler arıyoruz. 11. Yüzyıl'dan kalma sarnıçları, dehlizleri dinleyerek merdivenli ve dik yokuşları takip ediyor, Bizans Sarayı'na çıkıyoruz.


9. Yüzyıl'dan miras kalan Ayia Thedosia Kilisesi'nden sabah duaları ve kötü ruhları kovan ayin sonrası kesif bir tütsü, aroma terapi için de kullanılan 'günlük ağacı' kokusu taş sokaklara dağılıyor. Heybetli kilise yerinde şimdilerde 'Gül Camii' yükseliyor.


Bu sırada Albanita diyor ki; "1453'te büyük savaş yapılırken; Rumlar ellerindeki çiçeklerle burada toplanmış, Konstantinopolis düşmesin diye güllerle süsledikleri Ayia Thedosia'da dua etmişler." İşte 'Gül Camii' adı buradan geliyor. Albanita sözüne devamla, "Hatta fetih tamamlandığında askerler şehre girip gülleri görünce büyük bir şaşkınlığa kapılmışlar" diyor.


Son Bizans İmparatoru XI. Konstantin, Gül Camii'nin altında yatıyor
. Surları savunurken verdiği mücadele yine kulaklarda çınlıyor.


Bir asır önce İstanbul'da 60 kadar Rum okulu varken; bugünlerde bir el parmakları kadar yok. Balat'ın kapı komşusu Fener'deki Rum Lisesi hâlâ eğitim vermeyi sürdürüyor. Genç kızların genç erkeklerin, son kral Dragases'in acı yüklenen çığlıklarına kaygısızca gülüşmeleri duyuluyor.


Biraz gerideki Rum Patrikhanesi'nin kapalı tutulan 'ana giriş' kapısı siyahlar içinde matem çağrıştırıyor. "Boşuna değil" diyor Albanita, "1821'de Mora Yarımadası'ndaki isyanlardan V. Gregorios sorumlu tutuluyor ve patrik, giriş kapısında asılıyor. Burası matem kapısı olarak kalıyor."


Duvarında 'çift başlı' Bizans kartalı dikkat çeken patrikhane içinde Aya Yorgi Kilisesi bulunuyor. Kapadokya'da doğan gemicilerin azizi St. George'a atfedilen kilise, 1720'den bugünlere gelmeyi başarıyor. Roma ve İstanbul'da bulunan batı ile doğu kiliseleri 'büyük şüphe' ile 1054'te ayrılınca; azizler patrik Vasilis, Gregorios ve Yuhanna'nın rölikleri, Rum Patrikhanesi'nde kalıyor; bugün de dindarlara açık bulunuyor.


Fener Patrikhanesi
'ndeki gül ağacından ikonostasion 40 yılda tamamlanabilirken; Hz. İsa'nın hayatından ikonalar ve azizlerin lahitleri üzerinde yer alıyor. Eğer Bizans Dönemi'ndeki kiliselerin en parlak günlerinde nasıl olduğunu merak ediyorsanız, burada görülüyor.

Altın ikonalar gün ışığıyla parlarken; mütevazı diğer dekorasyon öğeleri ile tezatlık oluşturuyor. Yan nartekste tabutların içinde azizeler Theofano, Solomoni ve Eufemia'nın rölikleri bulunuyor. 


Rum Patrikhanesi'ni geride bırakıp Panayia Muhliotissa'ya, yani Meryemî Kilisesi'ne varıldığında; "Hiçbir dönemde camiye dönüştürülmemiş tek kilise" olduğu öğreniliyor. Çünkü yedi tepe İstanbul'un dördüncü tepesindeki Fatih Camii'nin 'atik Sinan' denilen Rum mimarı Khristodulos, padişah Mehmed Han'dan "Cemaatimizin ibadet yeri, kilise olarak kalabilir mi" diyerek ricacı oluyor. Bununla ilgili Sultan II. Mehmed'in fermanı, Fener Patrikhanesi'nde; kopyası ise 1261'de yapılan Bizans prensesi Maria Kilisesi'nde 567 yıldır duruyor.


Prenses Maria'nın, İstanbul'u Latinlerin elinden geri alan imparator Michael Paleologos'un kızı olduğu tarihi kayıtlarda yazıyor.
Yaşadığı dönemin en güzel kadını olan Maria'dan masalları aratmayacak bir hikâye okumak istenir; ama gel gelelim ardında acıklı bir aşk öyküsü bırakıyor. Acımasız hükümdar, annesini öldürdüğü Maria'nın bağlılığına şüpheyle bakıyor; tavizler sayesinde de güzel prenses özgür büyüyor.


Ayvansaray'ın sırtlarındaki Bizans Sarayı'nın meşaleler ile aydınlatılan dehlizlerinden geçip Galata'ya kadar varan genç prenses, Konstantinopolis'i keşfetmekten büyük keyif alıyor.
Kaçışlarından birinde hayatının aşkı antikacı Carlos'la tanışıyor. Büyük aşk başlıyor; ama hüzünlü bitiyor.


Şehri etkisi altına alan yangın çıktığında yüzünün yarısı yanan, bir gözünü kaybeden Maria, telaşla Carlos'a koşuyor.
Soylu olmayan bir aile çocuğu ile prenses arasındaki aşktan haberdar olan imparator, Carlos'un kellesini istiyor. Bizans Kralı, annesinden sonra aşkını da elinden aldığı Maria'yı diplomatik ilişkiler için 'piyon' olarak kullanıyor. 

Kral VIII. Michael, Bizans İmparatorluğu için hep engel ve tehdit olan Moğollar'a kızı Maria'yı "gelin" olarak veriyor. Ancak kaderin cilvesi o ki; kral Hülagû Han müstakbel eşi Maria, Moğolistan'a gelmeden hayatını kaybediyor. Develer üzerinde günler süren yolculukla Konstantinopolis'ten Bağdat'a gelmişken geri çevrilmeyen genç prenses, Hülagû Han'ın oğlu Abaka Han'la evlendiriliyor. 15 yıllık evliliğin sonunda Abaka Han da vefat edince; Maria "kağan" ile evlenmiş bir prenses olarak başkasıyla evlenemeyeceği için Konstantinopolis'e dönüyor, Panayia Muhliotissa'nın manastırında hayatının kalanını geçiriyor.


Annesini, sevgilisini, gözünü, gençliğini ve mutluluğunu yitiren, zorla evlendirilerek bozkırlara yollanan Bizans Prensesi, İstanbul’un Fatih’i Sultan Mehmed’in Rum mimarı tarafından “kilise” olarak korunmasını sağladığı Panayia Muhliotissa'da bulunduğu süre içinde kendisini dine veriyor. Tüm varlığını, İstanbul'un kurucusu Agios Konstantinos, annesi Agia Eleni'nin ve 'kutsal' sayılan haç ikonografisi karşısında; Tanrı'ya ve İsa'ya adayıp yaşamının anlamını bulmaya çalışıyor.


Moğolistan'da da 'misyonerlik' faaliyetleri yürüterek Hıristiyanlığı yaymaya çalışan Maria, kadın ve çocuklarla yakından ilgileniyor.
Yaptığı iyilikler ve hayır çalışmaları nedeniyle "Doğu'nun Meryem'i" veya "Moğolların Meryem'i" olarak anılmaya başlıyor.

Bu yüzden de buraya; "Moğolların Meryemi Kilisesi" deniyor. Bizans Sarayı'ndan bugüne kalan acıklı hikâyeler, Mutluluk Destinasyonu ile sizlere kadar ulaşıyor. Bizans'ın giriş kapısı Balat ise Haliç'in kıyısında duruyor; siz de gidip Maria'nın aşkının izlerini sürebilirsiniz.

4 Haziran 2020 Perşembe

Türkiye'nin Amazon'u: Bördübet

Korona salgını sonrası normalleşme ile birçok yasak 1 Haziran’da kalktı. Bunlardan biri de şehirlerarası seyahat kısıtlaması… Tatil planları da böylece yavaş yavaş gözden geçiriliyor. Mutluluk Destinasyonu olarak size güzel bir teklifimiz var. Uzun bir süre evlerde kalarak bunaldık ve artık nefes almak istiyorsanız, sizleri Muğla’nın Marmaris semtindeki Bördübet Köyü’ne götürüyoruz. Tabii; yine de kurallara uymamız gerekiyor. ‘Sosyal mesafe’ uzaklığında, maske takarak en iyi izole olmuş yer olan Bördübet’in içlerine sokuluyoruz. Biraz enerji toplamak ve korona endişesini unutmak istiyoruz.

Marmaris’ten Datça’ya doğru giderken; Bördübet tabelası sağınızda kalacak. O yol sizi, ‘saklı cennet’ ile tanıştıracak. 20 dakika “çam ağaçları” arasından, köy yollarından geçeceksiniz. Sonunda sessizliğin ardında saklanmış turkuaz bir koy sizi karşılayacak. Kısa süre içinde huzur hücrelerinize dolacak. 

Uçsuz bucaksız çam ormanları, deniz seviyesine gelmeden tertemiz kokusuyla sizi yenileyecek. Yeşil ve mavi tonları burada birbirine karışırken; Bördübet’i en iyi anlatan kelime “şirinlik” olacak. Trafik, karmaşa, egzoz dumanı ve yüksek binaların olmadığı Bördübet, bitki, kuş ve hayvan çeşitliliğiyle sakin bir hayatın, yavaş temponun “iyileştirici” yanını yaşayacaksınız.

Hisarönü’ne bağlı olan Bördübet’te orman ve deniz birbirine karışmış olarak yaşanıyor. Kalabalıktan ve gürültüden arınmış Bördübet’te Gökova Körfezi’ne bakan manzara ile günler uzayacak, geceler kısalacak. Başka türlüsü olmadığı için sabah saat 7’de uyanacaksınız. Çünkü tabiat uyumanıza izin vermeyecek. Kuş, horoz ve diğer hayvanların sesleri, gün ışığı sizi uyanmaya hazırlayacak. Altında su akan balkonlarınızdan balıkçıların her sabah mekânlara taze lâğos, çipura, ve ahtapot bıraktıklarını görerek, yeni günü karşılayacaksınız.

Buraya adım attığınızda metropol telaşı, karmaşa, stresten uzaklaşacaksınız. Rüyanızda kimseyi kovalamayacak, hiçbir şeyden kaçmayacaksınız, deliksiz uykular çekeceksiniz. Kahvaltı yapmadan önce kolunuza taktığınız sepetle, meyve ve sebze bahçelerinde kendinizi bulacaksınız. Bördübet’in kazları, ördekleri, kuğuları keşfe çıktığınız yolculuğunuza eşlik edecek. Albanita ve Bordolu Çocuk gibi siz de domates, biber, salatalık, roka, maydanoz, fesleğen, nane ve envai çeşit meyveleri dalından toplayacak, temiz havayı içinize çekip doğanın tadını çıkarabileceksiniz. Sularda cıvıl cıvıl koşuşturan yavrular, onları toparlamaya çalışan anneleri göreceksiniz. Sizi fark edince su yüzeyine başını uzatan bir kaplumbağa görürseniz, merak etmeyin ‘ekmek’ istiyordur.

Biz metropol sakinleri, hayatı Bördübet’teki gibi sakin ve telaşsız yaşamayı beceremiyoruz; hiç değilse burada şehirdeymiş gibi yaşamamaya çalışıyoruz. Bu yüzden kahvaltı keyfini olabildiğince uzatmaya karar veriyoruz. Organik sebzeler, enfes tatlar ile bir lezzet şölenine dönüşüyor kahvaltı… Kümesten aldığımız yumurtaları, aşçıya verip omlet yapmasını rica ediyoruz. Albanita ve Bordolu Çocuk’tan başka böyle yapan var mı bilmiyorum; ama az evvel gezdiğimiz bahçedeki bergamut, portakal, yaban mersini ile yapılan reçeller, ‘arıcılık’ ile sağlanan geçim sebebiyle en kaliteli ballar, taze peynirler ile buluşup damağımıza ve ruhumuzu hitap ediyor. Burada ekmekler, anında pişirilip servis ediliyor. Bördübet’teyseniz, ‘Rodos inciri’ yemeden dönmeyin.

Bördübet ve Hisarönü Koyu’nda yüzebilir, at binebilir, Marmaris’i keşfedebilir, Reşadiye Yarımadası’nda trekking yapabilir, sörf ve yelken gibi su sporları ile adrenalin yükseltebilirsiniz. Çarşı ve pazarlarda yerel halkın tezgâh açtığı doğal ürünleri, yöresel tatları alabilir, hediyelik eşya, kıyafet ve takı vb. alışverişi yapabilirsiniz. Konakladığınız otelden temin edebileceğini oltalarla balık tutma deneyimi yaşayıp Snack Bar’da “mangal keyfi” yapabilirsiniz. Bizim gibi otomobiliniz ile geldiyseniz, ‘Mavi Yolculuğun’ karadan yapılanı Mavi Safari’ye çıkabilir, arabayla küçük koyları dolaşabilir, yüzebilir, istediğiniz kadar kalabilirsiniz. 

Hiçbir şey yapmasanız bile yöre halkı ile sohbet etme, Bördübet’i bir de sıcak, sempatik insanlardan dinlemenin keyfini çıkarabilirsiniz. Onlara sorarsanız; bölge ismi, İngiliz askerlerinden geliyor. Öyle ki; buraya saklanan İngilizler, kuş çeşitliliği ve seslerin güzelliği karşısında Bördübet için “bird the bed” demişler ve ismi de oradan kalmış.

Bördübet’te kendinizi bir masaldan daha güzel bir yerde hissedeceksiniz. Sessizliğin anavatanı, bakir kalabilmeyi başarmış bir yer; nefes alacaksınız. Endişe, kaygı, sıkıntı, korku, öfke, hayal kırıklığı; her türlü olumsuz duygu unutulacak. Burada birkaç gün geçirmek, birkaç ay ile eşitlenecek.

Begonvillerin süslediği, Japon güllerinin güzelliğine güzellik kattığı Bördübet’te arkanızı çam ormanlarına dayayacak, yüzünüzü önünüzde alabildiğine uzanan kumsal ve masmavi Gökova Körfezi’ne dönecek, sizden mutlusu olmayacak. Temiz ve nemsiz havasıyla Bördübet, Bordolu Çocuk gibi astım rahatsızlığı olanlara da ‘iyi’ geliyor. 

Geyikli’deki gibi sürekli bir esinti olduğu için yaz günlerinde bile bunaltan sıcakların hissedilmediği Bördübet’te Albanita parmak uçlarını yüzdürüyor sadece. Neyse ki; Marmaris’te ‘mavi bayraklı’ ve güvenliği teyit edilmiş ‘korona sertifikasyonu’ bulunan plajlar, imdada yetişiyor. Yorgunluğu; “patlıcan ezmeli pizza” ve “cevizli, mantarla salata” alıyor.

Uzun sahil şeridi boyunca bir sürü bakir koy, antik kent, aktivite seçenekleri sizleri bekliyor. Bördübet’te deniz, güneş ve çam ormanları adeta birbiriyle tutku içinde, aşkla dans ediyor gibi… Tabiat güzellikleri arasında kayboluyor, huzurlu zamanlar yaşıyorsunuz. Bördübet, modern köy hayatı vaat ediyor. Şehre dönmeyi unutmuşken; damaklarda ise ay ışığındaki piknikte tüketilen, organik üzümlerden yapılmış ev şaraplarının tadı kalıyor.

22 Mayıs 2020 Cuma

İspanya'nın kartal yuvası: Ronda

Yüksek kayalık üzerindeki “Ronda” tarihi bir şehir. Saat farkı nedeniyle Türkiye’den bir saat geride zamanı yaşayacağınız Ronda’da eski, yaşlı yapılar, tarihi sokaklar ile aslında asırlar öncesinde bir gezinti yapacaksınız. 

Farklı mimarisi, köprüleri ve kendine has kültürüyle Ronda’da Puente Nuevo, Plaza de Toros, Santa Maria Kilisesi, eski şehir, eski köprü, Alameda del Tajo, Mondragon Sarayı, Şarap Müzesi, Casa del Rey Moro ve Banos Arabes sizleri “3 günlük” misafirliğe davet ediyor.

Mutluluk Destinasyonu bu hafta, korona sonrası için Endülüs Bölgesi’ndeki Malaga’nın 100 kilometre batısında yer alan Ronda’yı ayağınıza getiriyor. Deniz seviyesinden 750 metre yüksekteki kent, kış aylarında sert soğuklar ve yağışlar alıyor. Bunaltıcı yaz sıcaklarında ise serin bir hava vaat ediyor.

Türkiye’den Malaga Havaalanı’na, oradan da tren veya otobüs ile küçük, sevimli bir kasaba hayatı için Ronda’ya ulaşmak mümkün. Kar beyaz evleri, dar sokakları, renkli mimari yapıları, tarihi eserleri ile Ronda’nın geçmişi tâ Cilalı Taş Devri’ne kadar uzanıyor. İslamî çizgilerin de fark edildiği Ronda, masallardaki ‘küçük kasaba’ olarak tarif edilebilir. Ronda’yı araç kiralamadan başından sonuna kadar yürüyerek gezebilirsiniz.

550 otel bulunan Ronda’da her bütçe için kalitesine göre; alternatifler mevcut. Sarayları, kiliseleri, müzeleri ile Ronda her köşesinde fotoğraf çekebileceğiniz eşsiz manzaralar sunuyor. ‘Boğa güreşleri’ tüm İspanya’da olduğu gibi, Ronda’da da önemli yer tutuyor. Güzel mağazalar, şık restoranlarıyla Ronda, aslında boğa güreşlerinin çıktığı yer olarak biliniyor. Birçok yazar, şair, ressam ve sanat insanı için ilham olmuş burada “sıkılmak” mümkün olmayacak.

İspanyol mutfak kültüründe yaygın olarak yer alan “paella, gazpacho, tapas” lezzetlerini Ronda’da deneyebilirsiniz. Albanita ve Bordolu Çocuk’un tercihi, çok sevdikleri atıştırmalık tabağı, meze ve kanepelerden oluşan ‘tapas’ oluyor.

Ronda ‘festival şehri’ diye anılıyor. Büyük kalabalıkları ağırlayan, küçük şehir için festivallerin ilk 4’ü arasında; “Virgin de la Paz, Feria de la Raconquista ve La Virgen de la Cabeza ile Feria de Pedro Romero” geliyor.

Ronda’nın İstiklâl Caddesi, Calle Espinel’de alışveriş yapabilir, ‘hediyelik anı’ toplayabilir, yemek yiyebilirsiniz. Yerel sanatçıların eserlerini sergiledikleri galerileri gezebilir, “Flamenko” performanslarını izleyebilirsiniz.

La Cuidad ve El Mercadillo, yani “eski şehir” ve ‘modern şehir’ olarak ikiye ayrılan Ronda, dağlarla çevrili İspanya’nın en eski yerleşim yerlerinden birisi.

Albanita ile Bordolu Çocuk, La Cuidad Bölgesi’ne aşık olurken; bir akşamüstü El Tajo Kanyonu’na doğru gün uğurlamak, ömrünüze ömür katacak. 35 bin nüfusu ile bir spor salonu kadar insan yaşayan Ronda’da huzur etrafınızı ‘hale’ olarak saracak. 

Kent simgesi Puento Nuevo, “yeni köprü” demek olsa da tarihi 14. Yüzyıl’a kadar gidiyor. Yapımı 200 yıl süren köprü, Ronda’nın eski ve yeni iki yakasını bir araya getiriyor. 

İspanya’nın belki en büyüğü değil; ama şüphesiz en eski ‘boğa güreşi arenası’ Plaza de Toros, 18. Yüzyıl’dan bugüne miras… Tamamen taş ile yapılan arena, 136 sütun ve 68 kemerin üzerinde yükselirken; güreşlerin kurallarını koyan Francisco Romero ve torunu efsane matador Pedro Romero’nun da mabedi aynı zamanda… 

“Arap Hamamı” diye tercüme edilen Banos Arabes, eski şehir surlarının hemen dışında konumlanıyor. 13. Yüzyıl’ın izlerini burada sürebilirsiniz.

Geniş avluları, çeşmeleri ve sulama kanalları ile Kraliçe I. Isabelle ve Kral Ferdinand’ın kullandığı Mondragon Sarayı, Ronda’da en çok ziyaret edilen yerlerin başında geliyor. 1314’te Kral Ebu Malik’in yaptırdığı saray, Ronda’nın olduğu kadar Endülüs’ün de tarihi yansıtıyor.

El Tajo Kanyonu’na inilen kayalıklarda, şehre su taşıyabilmek için oyulmuş 231 basamaklı merdiven, dibindeki küçük kale ve bahçelerden oluşuyor.

Casa del Rey Moro yani “Mağribi Kral’ın evi” olarak anılsa da küçük kale ve bahçelerinde aslında hiçbir Arap hükümdarı yaşamamış. Hata bugün görülen yapı, 18. Yüzyıl’da inşa edilmiş. Kale kısmı Müslümanlık’tan kalma ve savaşta kimseye görünmeden şehirden kaçabilmek için tasarlanmış. Öyle ki; burası gerçekten de “şehrin kapısı” sayılan eski köprü, yani Arap Köprüsü’nden görülmüyor.


Alameda del Tajo, efsaneler ile anılan bir yer. Kimine göre; Kral Ebu Malik’in hazineleri burada yatıyor, kimine göre duvarların öyle bir akustiği var ki; odanın ortasında konuşulanlar köşelerden bile duyulmuyor.

Endülüs tarihi boyunca cereyan eden savaşlardan en çok etkilenen yer Ronda, buna göre hayli korunaklı inşa edilmiş. Zaten kent, yüksek kayalıklar üzerine konumlandırılmış. Şehir kapıları ve güvenliğini sağlayan surları hâlâ aynı ihtişamıyla yükseliyor.

Ducuesa de Parcent Meydanı’ndaki Santa Maria Kilisesi için en etkileyici ibadethane denilebilir. Emevî hakimiyetinde ‘cami’ olarak kullanılan yapı, daha sonra “kilise” olarak dönüştürülmüş. Ancak kiliseden ziyade bir kaleye benziyor. Kent surlarının bir parçası olarak inşa edilen Santa Maria’nın tarihi 1505’i gösteriyor.

İspanya’nın en önemli bağcılık ve şarap üretim merkezlerinden biri olan Ronda, Bordolu Çocuk gibi şarap sevenlerin kalbinde ayrı, özel yer ediniyor. Şarap Müzesi de bu yüzden uğrak yer olarak öne çıkıyor.

Mutluluk Destinasyonu’nu da dikkatle takip eden Ronda Belediye Başkanı, zarif hanımefendi Mari Paz Fernandes, sizi de korona günlerinden sonra güzel ve soylu kente bekliyor.

Çengelköy: Boğaz'ın kenarında asırlık bir çınar

Boğaziçi’nin esintileri, yalıların alt katına, cumbalı üst katlara misafir oluyor. Bahçesi “deniz” olan Muazzez Hanım Yalısı, Server Bey Ya...