12 Haziran 2020 Cuma

İstanbul'un en yalnız kilisesi

Hüznü bir zevk edinenlerin yaşadığı İstanbul'u belki de bir zamanlar sahip olduğu şeyleri kaybettiği için seviyoruz. Bu yüzden zamanlara arada düğüm atıyoruz ki; 'ömür' dedikleri iplik tekdüze gitmesin, geçmiş günler zevkle hatırlansın, gelecek günlere umut kalsın istiyoruz. Hayatımıza bir anlam verme telaşı içinde Mutluluk Destinasyonu olarak şehrin tenha olduğu bugünlerde, Balat'ın otantik sokaklarına karışıyoruz.


İstanbul'un körfezi olan Haliç'in kıyısındaki semtte, Bizans Sarayı'nın izlerini sürerek zamanlar arasında geçiş yapıyoruz. Rumca kelime anlamıyla "saray" demek olan Balat'ta, geçmişin görkemli, ışıltılı günlerinden izler arıyoruz. 11. Yüzyıl'dan kalma sarnıçları, dehlizleri dinleyerek merdivenli ve dik yokuşları takip ediyor, Bizans Sarayı'na çıkıyoruz.


9. Yüzyıl'dan miras kalan Ayia Thedosia Kilisesi'nden sabah duaları ve kötü ruhları kovan ayin sonrası kesif bir tütsü, aroma terapi için de kullanılan 'günlük ağacı' kokusu taş sokaklara dağılıyor. Heybetli kilise yerinde şimdilerde 'Gül Camii' yükseliyor.


Bu sırada Albanita diyor ki; "1453'te büyük savaş yapılırken; Rumlar ellerindeki çiçeklerle burada toplanmış, Konstantinopolis düşmesin diye güllerle süsledikleri Ayia Thedosia'da dua etmişler." İşte 'Gül Camii' adı buradan geliyor. Albanita sözüne devamla, "Hatta fetih tamamlandığında askerler şehre girip gülleri görünce büyük bir şaşkınlığa kapılmışlar" diyor.


Son Bizans İmparatoru XI. Konstantin, Gül Camii'nin altında yatıyor
. Surları savunurken verdiği mücadele yine kulaklarda çınlıyor.


Bir asır önce İstanbul'da 60 kadar Rum okulu varken; bugünlerde bir el parmakları kadar yok. Balat'ın kapı komşusu Fener'deki Rum Lisesi hâlâ eğitim vermeyi sürdürüyor. Genç kızların genç erkeklerin, son kral Dragases'in acı yüklenen çığlıklarına kaygısızca gülüşmeleri duyuluyor.


Biraz gerideki Rum Patrikhanesi'nin kapalı tutulan 'ana giriş' kapısı siyahlar içinde matem çağrıştırıyor. "Boşuna değil" diyor Albanita, "1821'de Mora Yarımadası'ndaki isyanlardan V. Gregorios sorumlu tutuluyor ve patrik, giriş kapısında asılıyor. Burası matem kapısı olarak kalıyor."


Duvarında 'çift başlı' Bizans kartalı dikkat çeken patrikhane içinde Aya Yorgi Kilisesi bulunuyor. Kapadokya'da doğan gemicilerin azizi St. George'a atfedilen kilise, 1720'den bugünlere gelmeyi başarıyor. Roma ve İstanbul'da bulunan batı ile doğu kiliseleri 'büyük şüphe' ile 1054'te ayrılınca; azizler patrik Vasilis, Gregorios ve Yuhanna'nın rölikleri, Rum Patrikhanesi'nde kalıyor; bugün de dindarlara açık bulunuyor.


Fener Patrikhanesi
'ndeki gül ağacından ikonostasion 40 yılda tamamlanabilirken; Hz. İsa'nın hayatından ikonalar ve azizlerin lahitleri üzerinde yer alıyor. Eğer Bizans Dönemi'ndeki kiliselerin en parlak günlerinde nasıl olduğunu merak ediyorsanız, burada görülüyor.

Altın ikonalar gün ışığıyla parlarken; mütevazı diğer dekorasyon öğeleri ile tezatlık oluşturuyor. Yan nartekste tabutların içinde azizeler Theofano, Solomoni ve Eufemia'nın rölikleri bulunuyor. 


Rum Patrikhanesi'ni geride bırakıp Panayia Muhliotissa'ya, yani Meryemî Kilisesi'ne varıldığında; "Hiçbir dönemde camiye dönüştürülmemiş tek kilise" olduğu öğreniliyor. Çünkü yedi tepe İstanbul'un dördüncü tepesindeki Fatih Camii'nin 'atik Sinan' denilen Rum mimarı Khristodulos, padişah Mehmed Han'dan "Cemaatimizin ibadet yeri, kilise olarak kalabilir mi" diyerek ricacı oluyor. Bununla ilgili Sultan II. Mehmed'in fermanı, Fener Patrikhanesi'nde; kopyası ise 1261'de yapılan Bizans prensesi Maria Kilisesi'nde 567 yıldır duruyor.


Prenses Maria'nın, İstanbul'u Latinlerin elinden geri alan imparator Michael Paleologos'un kızı olduğu tarihi kayıtlarda yazıyor.
Yaşadığı dönemin en güzel kadını olan Maria'dan masalları aratmayacak bir hikâye okumak istenir; ama gel gelelim ardında acıklı bir aşk öyküsü bırakıyor. Acımasız hükümdar, annesini öldürdüğü Maria'nın bağlılığına şüpheyle bakıyor; tavizler sayesinde de güzel prenses özgür büyüyor.


Ayvansaray'ın sırtlarındaki Bizans Sarayı'nın meşaleler ile aydınlatılan dehlizlerinden geçip Galata'ya kadar varan genç prenses, Konstantinopolis'i keşfetmekten büyük keyif alıyor.
Kaçışlarından birinde hayatının aşkı antikacı Carlos'la tanışıyor. Büyük aşk başlıyor; ama hüzünlü bitiyor.


Şehri etkisi altına alan yangın çıktığında yüzünün yarısı yanan, bir gözünü kaybeden Maria, telaşla Carlos'a koşuyor.
Soylu olmayan bir aile çocuğu ile prenses arasındaki aşktan haberdar olan imparator, Carlos'un kellesini istiyor. Bizans Kralı, annesinden sonra aşkını da elinden aldığı Maria'yı diplomatik ilişkiler için 'piyon' olarak kullanıyor. 

Kral VIII. Michael, Bizans İmparatorluğu için hep engel ve tehdit olan Moğollar'a kızı Maria'yı "gelin" olarak veriyor. Ancak kaderin cilvesi o ki; kral Hülagû Han müstakbel eşi Maria, Moğolistan'a gelmeden hayatını kaybediyor. Develer üzerinde günler süren yolculukla Konstantinopolis'ten Bağdat'a gelmişken geri çevrilmeyen genç prenses, Hülagû Han'ın oğlu Abaka Han'la evlendiriliyor. 15 yıllık evliliğin sonunda Abaka Han da vefat edince; Maria "kağan" ile evlenmiş bir prenses olarak başkasıyla evlenemeyeceği için Konstantinopolis'e dönüyor, Panayia Muhliotissa'nın manastırında hayatının kalanını geçiriyor.


Annesini, sevgilisini, gözünü, gençliğini ve mutluluğunu yitiren, zorla evlendirilerek bozkırlara yollanan Bizans Prensesi, İstanbul’un Fatih’i Sultan Mehmed’in Rum mimarı tarafından “kilise” olarak korunmasını sağladığı Panayia Muhliotissa'da bulunduğu süre içinde kendisini dine veriyor. Tüm varlığını, İstanbul'un kurucusu Agios Konstantinos, annesi Agia Eleni'nin ve 'kutsal' sayılan haç ikonografisi karşısında; Tanrı'ya ve İsa'ya adayıp yaşamının anlamını bulmaya çalışıyor.


Moğolistan'da da 'misyonerlik' faaliyetleri yürüterek Hıristiyanlığı yaymaya çalışan Maria, kadın ve çocuklarla yakından ilgileniyor.
Yaptığı iyilikler ve hayır çalışmaları nedeniyle "Doğu'nun Meryem'i" veya "Moğolların Meryem'i" olarak anılmaya başlıyor.

Bu yüzden de buraya; "Moğolların Meryemi Kilisesi" deniyor. Bizans Sarayı'ndan bugüne kalan acıklı hikâyeler, Mutluluk Destinasyonu ile sizlere kadar ulaşıyor. Bizans'ın giriş kapısı Balat ise Haliç'in kıyısında duruyor; siz de gidip Maria'nın aşkının izlerini sürebilirsiniz.

7 Haziran 2020 Pazar

En ünlü müzeleri ücretsiz gezin

Yaşam koşullarını alt üst eden, adeta dünyayı yörüngesinden çıkaracak kadar ileri giden korona yüzünden evden çıkarmıyorsak da ‘sosyalleşmeyelim’ mi? Berjer koltuğunuzda otururken; Türkiye’deki müzeleri ‘ücretsiz’ gezmek de mümkün… Daha önce dünya başkentlerindeki sanat ve bilim merkezleri, ziyaretçilerine kapılarını “online” olarak açmıştı.’nda Amerika, Rusya, İngiltere, Fransa, İtalya, İspanya ve Yunanistan’da bulunan 10 şehirdeki tarihi müzeleri gezmiştiniz. Hadi gelin, şimdi de Türkiye’deki kültür yapılarına gidelim.


OYUNCAK MÜZESİ - İSTANBUL


İlk olarak İstanbul’daki Oyuncak Müzesi’nin ‘renkli’ ve çocuksu atmosferinde, insanlık tarihine bir yolculuk yapıyoruz. Kadıköy’deki tarihi köşkte, 5 bin adet eski oyuncak bulunuyor. Şair Sunay Akın tarafından 2005’te kurulan müze, korona günlerinde evlerinde tecrit edilen insanlara nefes aldırıyor. Belki de Türkiye’nin ilk “oyuncak müzesi” olma hüviyetindeki yer, ziyaretçilerini çocukluğuna götürürken; insanlığın seyrine çok farklı bir yerden ışık tutuyor. Galiba ‘dünyanın en hüzünlü müzesinde’ hissedebilirsiniz kendinizi. Çünkü ‘oynanmamak’ ile lanetlenmiş oyuncağa mı eski sahipleri olan çocukların ölmüş olmasına mı oyuncakların cam arkasında kalmasına mı üzüleceğinizi şaşırabilirsiniz.


GÖBEKLİTEPE - ŞANLIURFA


Tarihin en eski taş kalıntılarına ulaşılan Göbeklitepe de “sanal müze” ile evlerinize geliyor. Millattan önce 10 bin yılından kalma kabartma eserler ve yapılar sizleri bekliyor. Tepe üzerindeki devasa boyutlarda olan taşlar, onların üzerindeki işlenmiş sanat eserleri görülmeye değer. Tarihin sıcaklığını yerinde hissedemeseniz de elinizdeki sıcak kahveleri yudumlarken; geçmişin fısıltısını dinleyebilirsiniz. İnsanlığın mağara duvarlarına resim çizmekten vazgeçip avcılık, toplayıcılığa geçişini gözlemlemek için Göbeklitepe’yi ziyaret etmeniz gerekiyor. Muhtemelen ilk defa tarım yapılan yıllara, yerleşik hayata geçilen günlere, bir sistem üzerinde sanat ürünleri çıkarmaya başladığı zamanlara buyurunuz.


KURTULUŞ SAVAŞI MÜZESİ – ANKARA


İşgâl altındaki Osmanlı İmparatorluğu’nun yeni Türkiye’ye geçişi günlerinde kullanılan İlk Meclis, bugün Kurtuluş Savaşı Müzesi olarak ziyaretçilere açık. 1915’te İttihat ve Terakki Fırkası tarafından bir kulüp olan Birinci Meclis’in salonlarında, koridorlarında, kulisinde gezerken; yaşamadığınız zor günleri ümitle, inançla ve biraz da tedirginlik içinde yeniden yaşayacaksınız. Burada alınan hayati kararlar ile bir milletin geleceği tayin edilirken; Kurtuluş Savaşı zaferle neticelenmişti. Dolayısıyla ahşap yapı içinde, tekne tavan ile örtülü Birinci Meclis’te gurur dolu hisler de duyacaksınız. Gazi Mustafa Kemâl’in mebuslara seslendiği Genel Kurul Salonu’ndaki sıralar arasından yükselen soba borusu masumiyet dolu günleri, dönemin şartlarını ‘sıcacık’ duygularla önünüze getirecek. Ulus’taki müze, şimdi parmaklarınızın arasında…


CUMHURİYET MÜZESİ – ANKARA


Kurtuluş Savaşı’nın ‘zafer’ ile tamamlanmasından sonra “2. Meclis” olarak inşa edilen Türkiye Büyük Millet Meclisi, bugün “Cumhuriyet Müzesi” adıyla hizmet veriyor. Müze yeni ilkeler ve devrimler ile çok partili siyasi hayata geçişte kullanılırken; Cumhuriyet’in ilk gençliğine adandı. Bina aslında Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilk genel merkezi olmasıyla da ‘özel anlam’ taşıyor. 1924’ten 1960’a kadar ‘parlamento’ olarak kullanılan yapı, Osmanlı ve Selçuklu’nun bezeme motiflerinin yer aldığı tavan süslemeleri, kemerleri, saçakları ve çinileri ile geçmiş günlerin, bugünlerden “daha ileri” olduğunun numunesi olarak hayretle fark ediliyor. İlk üç cumhurbaşkanı dönemi olayları, fotoğrafları, özel eşyaları, alınan kararları ve kanunları burada görebilirsiniz.


EFES MÜZESİ – İZMİR


Yamaç evleri, çeşmeleri, büyük ve küçük avluları, mezarları, imparatorluk kültleri ile geniş bir koleksiyona sahip Efes Müzesi, İzmir’de olsa da bir ‘tık’ ile ayağınızda… Arkaik Dönem’den kalma bereket tanrısı Artemis ve genç erkek, yani ‘kuros heykelleri’ görülmeye değer. Efes Antik Kenti, korona görülmemiş 10 Mart öncesinde kalabalık turist grupları tarafından akın akın görülürken; Efes Müzesi’nin terk edilmiş gibi sakin olması hüzünlüydü belki; ama salgınla ‘çevrimiçi kabuller’ sonrası popülerliği daha da arttı. Dünyanın 7 harikasından biri kabul edilen Artemis Tapınağı’nın kalıntıları, ziyaretçilerini Helenistik ve Roma Dönemi’ne doğru takvimler arasında bir yolculuk yaptırıyor.


TROYA MÜZESİ – ÇANAKKALE


4 katlı olarak tasarlanan Troya Müzesi, sizinle tarihin en bilinen ‘savaş hilesi’ Troya’nın az bilinen sırlarını paylaşacak. 90 bin metrekarelik geniş alandaki müze, 490 metrelik rampalar üzerinde geziliyor. Homeros’un İlyada Destanı artık evinizde… Troas Bölgesi’ndeki yaşam, antik dönem izleri, Doğu Roma ve Osmanlılar, gösterişli müzedeki her köşede yer buluyor. Mezar taşları, heykeller, canlandırmalar, fotoğraflar, şemalar, çizimler, metinler ve interaktif yöntemler ile kendinizi bir anda milattan önce 4. Yüzyıl’da bulacaksınız. Neolitik, kalkolitik, tunç, demir, höyük gibi bir anda dönemler ve çağlar arası gezinti yaparken; kültürel baş dönmesi yaşayacaksınız. Dikkat!


GAZİ MÜZESİ – SAMSUN



1900’lerin başında bir otel. Adı, Mıntıka Palas. Bir Rum Jean İonnis Mantika tarafından işletiliyor. Kırık dökük bir Mercedes’le yola çıkılırken; ilk Meclis, Fransızlar tarafından işgâl atlında. Ankara Garı’nda İngilizler hüküm sürüyor. İskoç malı olan Bandırma Vapuru ile Mustafa Kemâl Paşa, Samsun’a ulaştı. Ve doğruca bir gayr-i müslim tarafından işletilen Mıntıka Palas Otel’e yerleşti. Kurtuluş Savaşı’nın en hararetli günleriydi. İstanbul işgâl altındaydı. Ankara da öyle… Hatta Bandırma Vapuru’nun yanaştığı iskele, ‘reji iskelesi’ olarak bilinirdi. Fransızlar buradan tütün ticareti yapardı. Yani iskele de Fransızların, Samsun da onların işgâli altındaydı. Türkiye’nin tamamında olduğu gibi… Dâhiliye Nezareti’nin görevlendirdiği Gazi Paşa, 18 Mayıs’ta Mıntıka Palas’a yerleşti. “Millî Mücadele” ateşi burada yakıldı.


ANADOLU MEDENİYETLERİ MÜZESİ – ANKARA


Başkent Ankara’ya bağlı Ulus’taki “Atpazarı” denilen yerde bulunan Medeniyetler Müzesi, 1997’de 68 müze arasından Avrupa’da “yılın müzesi” olarak seçilmişti. Tarihi Kurşunlu Han ve Mahmut Paşa Bedesteni’nin birleştirilmesiyle işlevsellik kazanan müze, sırtını Ankara Kalesi’ne vererek kendisini koruma altına almış. Paleolitik Çağ’dan bugünlere geniş koleksiyon yelpazesi bulunan müze, seçkin eserleri ile benzersiz. Paleolitik Çağ’dan Neolitik Çağ’a, Kalkolitik Çağ’dan Tunç Çağı’na, Asurlar’dan Hititlere, Frigler’den Urartulara kadar Anadolu’da yaşamış birçok krallık ve devletlere ait kabartma “mezar taşları, tanrıçalar, heykeller, anıt, mobilya aksamları, süsler, levhalar, bilezikler, kolyeler, koşum takımları, kaplar, savaş ve tarım aletleri, tabletler, dinî ritüellerin kapları” gibi sayısız tarihi eser bulunuyor.


ZEUGMA MÜZESİ – GAZİANTEP


Nefes kesen bir deneyime var mısınız? “Roma ve Antik Çağ” kalıntılarını sunuyoruz şimdi de… Baraj suları altından kalmadan önce kurtarılan eserler, Gaziantep’te sergileniyor. Ancak ayaklar altına alınan antik kalıntılar, insanlığın tarihine saygıyı gösterirken; yürek de dağlıyor. Zeugma Müzesi’nin baş tacı elbette, “Çingene Kızı” mozaiği. Bordolu Çocuk’un Albanita’ya söylediği gibi, “Nedense ‘Çingene Kız’ mozaiğini her nerede gördümse, bana hep Amerikan fotoğraf sanatçısı Steve Mc Curry’nin 1985’teki ‘Afgan kızı’ fotoğrafını hatırlatıyor.” Mahzun bakışlar, gönlüme dokunuyor. Burada da aynısı oldu. Siz de Çingene Kız’ın hüznünü paylaşmak ister misiniz?

ARKELOJİ MÜZESİ – HATAY


Albanita’yı heyecanlandıran Hatay’daki Amuk Heykeli’ni siz de görmelisiniz. Millattan önce 9. Yüzyıl’ın başında Tayinat’ta hüküm süren Kral Suppilulima bir elinde hançer bir elinde buğday tutarken; bakışlarındaki canlı ifade, bugün bile tüyler ürpertici görünüyor. Devasa heykel bugün bile saygı uyandırırken; Hititlilerin hissettiği saygıyı siz düşünün artık. Mağara tarzındaki konseptiyle müze, coğrafyanın ihtişamını da ortaya koyan eserleri ziyaretçilerine sunuyor. Zengin koleksiyonu ile Arkeoloji Müzesi, Roma Dönemi’ne kapı aralıyor. Aslanlı Sütun Kaideleri, Ariadne, Yakto, Satyr, Hermaphroditos, Artemis, İskelet, Venüsün Doğuşu ve Mevsimler mozaikleri de görülmeye değer.


4 Haziran 2020 Perşembe

Türkiye'nin Amazon'u: Bördübet

Korona salgını sonrası normalleşme ile birçok yasak 1 Haziran’da kalktı. Bunlardan biri de şehirlerarası seyahat kısıtlaması… Tatil planları da böylece yavaş yavaş gözden geçiriliyor. Mutluluk Destinasyonu olarak size güzel bir teklifimiz var. Uzun bir süre evlerde kalarak bunaldık ve artık nefes almak istiyorsanız, sizleri Muğla’nın Marmaris semtindeki Bördübet Köyü’ne götürüyoruz. Tabii; yine de kurallara uymamız gerekiyor. ‘Sosyal mesafe’ uzaklığında, maske takarak en iyi izole olmuş yer olan Bördübet’in içlerine sokuluyoruz. Biraz enerji toplamak ve korona endişesini unutmak istiyoruz.

Marmaris’ten Datça’ya doğru giderken; Bördübet tabelası sağınızda kalacak. O yol sizi, ‘saklı cennet’ ile tanıştıracak. 20 dakika “çam ağaçları” arasından, köy yollarından geçeceksiniz. Sonunda sessizliğin ardında saklanmış turkuaz bir koy sizi karşılayacak. Kısa süre içinde huzur hücrelerinize dolacak. 

Uçsuz bucaksız çam ormanları, deniz seviyesine gelmeden tertemiz kokusuyla sizi yenileyecek. Yeşil ve mavi tonları burada birbirine karışırken; Bördübet’i en iyi anlatan kelime “şirinlik” olacak. Trafik, karmaşa, egzoz dumanı ve yüksek binaların olmadığı Bördübet, bitki, kuş ve hayvan çeşitliliğiyle sakin bir hayatın, yavaş temponun “iyileştirici” yanını yaşayacaksınız.

Hisarönü’ne bağlı olan Bördübet’te orman ve deniz birbirine karışmış olarak yaşanıyor. Kalabalıktan ve gürültüden arınmış Bördübet’te Gökova Körfezi’ne bakan manzara ile günler uzayacak, geceler kısalacak. Başka türlüsü olmadığı için sabah saat 7’de uyanacaksınız. Çünkü tabiat uyumanıza izin vermeyecek. Kuş, horoz ve diğer hayvanların sesleri, gün ışığı sizi uyanmaya hazırlayacak. Altında su akan balkonlarınızdan balıkçıların her sabah mekânlara taze lâğos, çipura, ve ahtapot bıraktıklarını görerek, yeni günü karşılayacaksınız.

Buraya adım attığınızda metropol telaşı, karmaşa, stresten uzaklaşacaksınız. Rüyanızda kimseyi kovalamayacak, hiçbir şeyden kaçmayacaksınız, deliksiz uykular çekeceksiniz. Kahvaltı yapmadan önce kolunuza taktığınız sepetle, meyve ve sebze bahçelerinde kendinizi bulacaksınız. Bördübet’in kazları, ördekleri, kuğuları keşfe çıktığınız yolculuğunuza eşlik edecek. Albanita ve Bordolu Çocuk gibi siz de domates, biber, salatalık, roka, maydanoz, fesleğen, nane ve envai çeşit meyveleri dalından toplayacak, temiz havayı içinize çekip doğanın tadını çıkarabileceksiniz. Sularda cıvıl cıvıl koşuşturan yavrular, onları toparlamaya çalışan anneleri göreceksiniz. Sizi fark edince su yüzeyine başını uzatan bir kaplumbağa görürseniz, merak etmeyin ‘ekmek’ istiyordur.

Biz metropol sakinleri, hayatı Bördübet’teki gibi sakin ve telaşsız yaşamayı beceremiyoruz; hiç değilse burada şehirdeymiş gibi yaşamamaya çalışıyoruz. Bu yüzden kahvaltı keyfini olabildiğince uzatmaya karar veriyoruz. Organik sebzeler, enfes tatlar ile bir lezzet şölenine dönüşüyor kahvaltı… Kümesten aldığımız yumurtaları, aşçıya verip omlet yapmasını rica ediyoruz. Albanita ve Bordolu Çocuk’tan başka böyle yapan var mı bilmiyorum; ama az evvel gezdiğimiz bahçedeki bergamut, portakal, yaban mersini ile yapılan reçeller, ‘arıcılık’ ile sağlanan geçim sebebiyle en kaliteli ballar, taze peynirler ile buluşup damağımıza ve ruhumuzu hitap ediyor. Burada ekmekler, anında pişirilip servis ediliyor. Bördübet’teyseniz, ‘Rodos inciri’ yemeden dönmeyin.

Bördübet ve Hisarönü Koyu’nda yüzebilir, at binebilir, Marmaris’i keşfedebilir, Reşadiye Yarımadası’nda trekking yapabilir, sörf ve yelken gibi su sporları ile adrenalin yükseltebilirsiniz. Çarşı ve pazarlarda yerel halkın tezgâh açtığı doğal ürünleri, yöresel tatları alabilir, hediyelik eşya, kıyafet ve takı vb. alışverişi yapabilirsiniz. Konakladığınız otelden temin edebileceğini oltalarla balık tutma deneyimi yaşayıp Snack Bar’da “mangal keyfi” yapabilirsiniz. Bizim gibi otomobiliniz ile geldiyseniz, ‘Mavi Yolculuğun’ karadan yapılanı Mavi Safari’ye çıkabilir, arabayla küçük koyları dolaşabilir, yüzebilir, istediğiniz kadar kalabilirsiniz. 

Hiçbir şey yapmasanız bile yöre halkı ile sohbet etme, Bördübet’i bir de sıcak, sempatik insanlardan dinlemenin keyfini çıkarabilirsiniz. Onlara sorarsanız; bölge ismi, İngiliz askerlerinden geliyor. Öyle ki; buraya saklanan İngilizler, kuş çeşitliliği ve seslerin güzelliği karşısında Bördübet için “bird the bed” demişler ve ismi de oradan kalmış.

Bördübet’te kendinizi bir masaldan daha güzel bir yerde hissedeceksiniz. Sessizliğin anavatanı, bakir kalabilmeyi başarmış bir yer; nefes alacaksınız. Endişe, kaygı, sıkıntı, korku, öfke, hayal kırıklığı; her türlü olumsuz duygu unutulacak. Burada birkaç gün geçirmek, birkaç ay ile eşitlenecek.

Begonvillerin süslediği, Japon güllerinin güzelliğine güzellik kattığı Bördübet’te arkanızı çam ormanlarına dayayacak, yüzünüzü önünüzde alabildiğine uzanan kumsal ve masmavi Gökova Körfezi’ne dönecek, sizden mutlusu olmayacak. Temiz ve nemsiz havasıyla Bördübet, Bordolu Çocuk gibi astım rahatsızlığı olanlara da ‘iyi’ geliyor. 

Geyikli’deki gibi sürekli bir esinti olduğu için yaz günlerinde bile bunaltan sıcakların hissedilmediği Bördübet’te Albanita parmak uçlarını yüzdürüyor sadece. Neyse ki; Marmaris’te ‘mavi bayraklı’ ve güvenliği teyit edilmiş ‘korona sertifikasyonu’ bulunan plajlar, imdada yetişiyor. Yorgunluğu; “patlıcan ezmeli pizza” ve “cevizli, mantarla salata” alıyor.

Uzun sahil şeridi boyunca bir sürü bakir koy, antik kent, aktivite seçenekleri sizleri bekliyor. Bördübet’te deniz, güneş ve çam ormanları adeta birbiriyle tutku içinde, aşkla dans ediyor gibi… Tabiat güzellikleri arasında kayboluyor, huzurlu zamanlar yaşıyorsunuz. Bördübet, modern köy hayatı vaat ediyor. Şehre dönmeyi unutmuşken; damaklarda ise ay ışığındaki piknikte tüketilen, organik üzümlerden yapılmış ev şaraplarının tadı kalıyor.

23 Mayıs 2020 Cumartesi

Bayram; hayaller, umutlar ve geçmişte kalanlar...

‘Korona salgını’ milyarlarca insanı evlerine kapattı. Hayat olağan akışı dışında seyrediyor bir süredir… Bayram da ‘kısıtlanmış’ olarak geçirilecek, ardından “kısmî normalleşme” umuluyor. Bu bayram belki dışarı çıkamıyoruz; ancak Mutluluk Destinasyonu olarak sere serpe piknik yaptığımız mutlu bayramları not etmemek olmazdı. ‘Bayram’ vesilesiyle geçmiş bayramları hatırlatırken; geleceğe de anı iliştirmeyi, hayal saklamayı düşünüyoruz.

2017’nin bayram günlerinde Koşuyolu Parkı’nda piknik yapan Albanita ile Bordolu Çocuk, 2018’de Fenerbahçe Burnu’nda kampetlerini kurarken; 2019’da ise İshaklı’da ağaçların kollarında, kuşların sırdaşlığında soluklandı. 

Mutluluğun başlangıç yeri olan Koşuyolu Parkı’nda küçük bir kilim üzerine oturan Albanita ile Bordolu Çocuk, sıralı ağaçlara ve bulutlara bakıyordu; dünya küçülerek sonunda sadece ikisinin oluyordu. Kediler, köpekler pikniğe eşlik ederken; bir kelebek naifliğiyle kâh omzuna kâh yanağına konuyordu Bordolu Çocuk, Albanita’nın. Birbirlerinden ayrı mıhlanıp kalan yelkovanlar, bir aradayken pervane gibi uçup gidiyor, içleri içlerine sığmıyordu.
Birbirlerini anlatırken; yanakları mis kokulu bir ekmek gibi kızarıyordu. Cümleye konu bu anlarda mahcup somurtuyor veya muzip sırıtıyorlardı. Keyiflendikçe gülüyor, hüzünlendikçe mahzunlaşıyorlardı. Tüm duyguları aynı anda, birlikte paylaşıyordu. Dünyanın en güzel yeri, onun yaşadığı yer, hayat onunla güzeldi ve bayramlar mutlaka Albanita’yla diz dize geçerdi. Koşuyolu’ndaki ilk piknik ‘sonsuz başlangıç’ oluyordu.

Sonrası elmalar pembe, kiremitler pembe, gökyüzü, yeryüzü, onun yüzü pembe artık… Kış günleri ilkbahar, güz mevsimi ilkbahar, ‘yaz’ dediğiniz ilkbahar artık…

Anadolu Yakası’ndaki Kalamış Marina’ya komşu “Fenerbahçe Parkı” da bambaşka bir bayramdı. Geçmiş zaman İstanbul’u hakkındaki hatıraları taptaze, diri tutan semt, her zamanki gibi şık, daima bakımlıydı. Semte de adını veren Fenerbahçe Burnu’ndaki Fenerbahçe Feneri, Osmanlı Dönemi’nde 1857’ye tarihlenerek yaptırılmış. ‘Geçmişte kaldı’ zannedilen huzur, eski evler, marina, sahilde sıralanan restoranlarıyla hâlâ canlı, kanlı bir semt Fenerbahçe.

İlkbaharın bıraktığı güzelliğiyle Fenerbahçe Parkı’ndaki yeşil çimenlerde papatyalar, çiçek açmış erguvanlar, asırlar devirmiş ağaçlar denize uzanıyor. Heybetli görüntüsüyle bir anıt gibi duran sakız ağacı, şöhretiyle Kadıköy’ün dışına taşıyor. Parkın içindeki Romantika Cafe’nin etrafında durup dinlenen yaş almışlar, sıcak bir şeyler içen gençler ve dondurma kovalayan çocuklarla, keyifli dakikalar yaşanıyor. Bisiklete binenler, kitap okuyanlar, gün batımıyla akşamın tadını çıkarmaya hazırlananlar, şehrin kalabalığından uzakta, Fenerbahçe Parkı’nda gün içinde her ânı apayrı güzelliklerle yaşıyor. Şair Yahya Kemâl’in dediği gibi; “İri bir zümrüt içindeydi bahar, Fenerbahçe’de.” 

Sabahki Kalamış Marina’da ‘sürpriz karşılaşma’ ile geçirilen kahvaltı sonrası gün boyu Kadıköy’de gezip akşamüstü bir erguvan ağacı altında piknik yapan Albanita ve Bordolu Çocuk’un iştahı açılıyor, iştahı kapanıyor, iştahı şaşırıyor. O hüzünden bu neşeye konup kalkıyorlar laf arasında, Fenerbahçe Parkı’ndaki martılar gibi…İlerleyen dakikalarla beraber, kıyıya yakın bir yerde bu defa kamp sandalyelerini açıyor, geçen gemileri izliyorlar mutluluk halesi altında. Geçmişten, bugünden ve yarından konuşuyorlar. Gülüyor, eğleniyor, dakikaların neşesini alıyorlar.

Her şiirde onlardan bir şeyler bulunuyor, her filmde kendilerini anlatıyorlar, her romanda onlardan bahsediliyor, her çiçek onları açıyordu. Birkaç dakika içinde nedensiz küsüyorlar, sebepsiz affediyorlardı. 

Günlük sıradan konuşmalarla etraflarından birileri geçiyor, bir bebek ağlıyor, bir çocuk kan ter içinde arkadaşlarını gol olduğuna ikna etmek için bağırıyor, iki genç gürültüyle tartışıyor, Marmara Denizi’nin sularından bir gemi sireni duyuluyor, karşı kıyıda havai fişekler patlıyor, derinlerden müzik çalınıyor, bir grup telefonda maç izliyor, Fenerbahçe Stadı’ndan gol sesi yankılanıyor, dışarıda adeta yer yerinden oynuyor; ancak Albanita ve Bordolu Çocuk’u zerre ilgilendirmiyordu. İkisi de ayaklarına ulaşan dalgaları dinleyip ay ışığını gözlerken; birbirleri için ‘uğruna ödenmeyecek bedel, gidilmeyecek yol, vazgeçilmeyecek konfor yok’ diye düşünüyordu.

Sabırsız, sınırsız ve doyumsuz bir tutkuyla birbirlerini mutlu, memnun etmek istiyorlardı satıcılar geçerken, “Şunu ister misin, bunu alayım mı” diyerek…

En güzel yılların, acı tatlı hatıraların ortakları Albanita ile Bordolu Çocuk, İstanbul’un arka bahçesi İshaklı’da ise bir başka bayram günlerini karşılıyor, yine elbette bir bütün olarak… Riyasız, çıkarsız ve karşılıksız bir sevgiyle birbirlerine bağlı olan Albanita ile Bordolu Çocuk, sınırsız ve nihayetsiz duygularla birbirlerine sarılıyor; o anlarda “ölmek var, ama dönmek yok.”

İstanbul’un öteki yüzünde, çam ormanları kokusu eşliğinde akşam yemeği yeniyor. Sofrada kediler, bir küçük kız çocuğu ve aralıklarla bir köpek sesi dolanıyor Albanita ile Bordolu Çocuk’tan başka… Çatal ve bıçağın tabakta bıraktığı tıkırtılara karışıyor, havaya kaldırılmış kadehlerin birbirine vurunca çıkardığı ses… Sessizlik ile doğanın buluştuğu doğallıktaki özel bu köşede, sonsuz bir huzur yaşanıyor. Yalın ayak, sere serpe yeşilliklere uzandıkları masumiyet dünyasında Albanita ve Bordolu Çocuk, başlarını kaldırdıkları kapalı mekânlardan sonra tabiat ile iç içe bir “zihinsel detoks” yaşıyor. 

Ihlamur ağaçlarının kokusu masaları dolaşırken; gürgen ve çam ağaçları serinlik taşıyor. Doğanın tam kalbinde temiz hava iştah açıyor hâliyle… Akşam yemeği saatlere yayılıyor, sohbet derinleşiyor, “saatlerin telaşı” unutuluyor. Havuz başında gözleri ile konuşuyorlar. Sözleri, gülüşleri de sofralarını aşıyor. Tanımadıkları insanlar bile gelip oturuyor yanlarına…

Ertesi sabah dönüş yolunda, kıvrımlı, inişli çıkışlı Polonezköy’ün içlerinde hafiflemiş olarak yeniden şehir hayatının temposuna karışıyor Albanita ile Bordolu Çocuk, yeni tip koronavirüs Kovid-19 Salgını’ndan habersizce…

22 Mayıs 2020 Cuma

İspanya'nın kartal yuvası: Ronda

Yüksek kayalık üzerindeki “Ronda” tarihi bir şehir. Saat farkı nedeniyle Türkiye’den bir saat geride zamanı yaşayacağınız Ronda’da eski, yaşlı yapılar, tarihi sokaklar ile aslında asırlar öncesinde bir gezinti yapacaksınız. 

Farklı mimarisi, köprüleri ve kendine has kültürüyle Ronda’da Puente Nuevo, Plaza de Toros, Santa Maria Kilisesi, eski şehir, eski köprü, Alameda del Tajo, Mondragon Sarayı, Şarap Müzesi, Casa del Rey Moro ve Banos Arabes sizleri “3 günlük” misafirliğe davet ediyor.

Mutluluk Destinasyonu bu hafta, korona sonrası için Endülüs Bölgesi’ndeki Malaga’nın 100 kilometre batısında yer alan Ronda’yı ayağınıza getiriyor. Deniz seviyesinden 750 metre yüksekteki kent, kış aylarında sert soğuklar ve yağışlar alıyor. Bunaltıcı yaz sıcaklarında ise serin bir hava vaat ediyor.

Türkiye’den Malaga Havaalanı’na, oradan da tren veya otobüs ile küçük, sevimli bir kasaba hayatı için Ronda’ya ulaşmak mümkün. Kar beyaz evleri, dar sokakları, renkli mimari yapıları, tarihi eserleri ile Ronda’nın geçmişi tâ Cilalı Taş Devri’ne kadar uzanıyor. İslamî çizgilerin de fark edildiği Ronda, masallardaki ‘küçük kasaba’ olarak tarif edilebilir. Ronda’yı araç kiralamadan başından sonuna kadar yürüyerek gezebilirsiniz.

550 otel bulunan Ronda’da her bütçe için kalitesine göre; alternatifler mevcut. Sarayları, kiliseleri, müzeleri ile Ronda her köşesinde fotoğraf çekebileceğiniz eşsiz manzaralar sunuyor. ‘Boğa güreşleri’ tüm İspanya’da olduğu gibi, Ronda’da da önemli yer tutuyor. Güzel mağazalar, şık restoranlarıyla Ronda, aslında boğa güreşlerinin çıktığı yer olarak biliniyor. Birçok yazar, şair, ressam ve sanat insanı için ilham olmuş burada “sıkılmak” mümkün olmayacak.

İspanyol mutfak kültüründe yaygın olarak yer alan “paella, gazpacho, tapas” lezzetlerini Ronda’da deneyebilirsiniz. Albanita ve Bordolu Çocuk’un tercihi, çok sevdikleri atıştırmalık tabağı, meze ve kanepelerden oluşan ‘tapas’ oluyor.

Ronda ‘festival şehri’ diye anılıyor. Büyük kalabalıkları ağırlayan, küçük şehir için festivallerin ilk 4’ü arasında; “Virgin de la Paz, Feria de la Raconquista ve La Virgen de la Cabeza ile Feria de Pedro Romero” geliyor.

Ronda’nın İstiklâl Caddesi, Calle Espinel’de alışveriş yapabilir, ‘hediyelik anı’ toplayabilir, yemek yiyebilirsiniz. Yerel sanatçıların eserlerini sergiledikleri galerileri gezebilir, “Flamenko” performanslarını izleyebilirsiniz.

La Cuidad ve El Mercadillo, yani “eski şehir” ve ‘modern şehir’ olarak ikiye ayrılan Ronda, dağlarla çevrili İspanya’nın en eski yerleşim yerlerinden birisi.

Albanita ile Bordolu Çocuk, La Cuidad Bölgesi’ne aşık olurken; bir akşamüstü El Tajo Kanyonu’na doğru gün uğurlamak, ömrünüze ömür katacak. 35 bin nüfusu ile bir spor salonu kadar insan yaşayan Ronda’da huzur etrafınızı ‘hale’ olarak saracak. 

Kent simgesi Puento Nuevo, “yeni köprü” demek olsa da tarihi 14. Yüzyıl’a kadar gidiyor. Yapımı 200 yıl süren köprü, Ronda’nın eski ve yeni iki yakasını bir araya getiriyor. 

İspanya’nın belki en büyüğü değil; ama şüphesiz en eski ‘boğa güreşi arenası’ Plaza de Toros, 18. Yüzyıl’dan bugüne miras… Tamamen taş ile yapılan arena, 136 sütun ve 68 kemerin üzerinde yükselirken; güreşlerin kurallarını koyan Francisco Romero ve torunu efsane matador Pedro Romero’nun da mabedi aynı zamanda… 

“Arap Hamamı” diye tercüme edilen Banos Arabes, eski şehir surlarının hemen dışında konumlanıyor. 13. Yüzyıl’ın izlerini burada sürebilirsiniz.

Geniş avluları, çeşmeleri ve sulama kanalları ile Kraliçe I. Isabelle ve Kral Ferdinand’ın kullandığı Mondragon Sarayı, Ronda’da en çok ziyaret edilen yerlerin başında geliyor. 1314’te Kral Ebu Malik’in yaptırdığı saray, Ronda’nın olduğu kadar Endülüs’ün de tarihi yansıtıyor.

El Tajo Kanyonu’na inilen kayalıklarda, şehre su taşıyabilmek için oyulmuş 231 basamaklı merdiven, dibindeki küçük kale ve bahçelerden oluşuyor.

Casa del Rey Moro yani “Mağribi Kral’ın evi” olarak anılsa da küçük kale ve bahçelerinde aslında hiçbir Arap hükümdarı yaşamamış. Hata bugün görülen yapı, 18. Yüzyıl’da inşa edilmiş. Kale kısmı Müslümanlık’tan kalma ve savaşta kimseye görünmeden şehirden kaçabilmek için tasarlanmış. Öyle ki; burası gerçekten de “şehrin kapısı” sayılan eski köprü, yani Arap Köprüsü’nden görülmüyor.


Alameda del Tajo, efsaneler ile anılan bir yer. Kimine göre; Kral Ebu Malik’in hazineleri burada yatıyor, kimine göre duvarların öyle bir akustiği var ki; odanın ortasında konuşulanlar köşelerden bile duyulmuyor.

Endülüs tarihi boyunca cereyan eden savaşlardan en çok etkilenen yer Ronda, buna göre hayli korunaklı inşa edilmiş. Zaten kent, yüksek kayalıklar üzerine konumlandırılmış. Şehir kapıları ve güvenliğini sağlayan surları hâlâ aynı ihtişamıyla yükseliyor.

Ducuesa de Parcent Meydanı’ndaki Santa Maria Kilisesi için en etkileyici ibadethane denilebilir. Emevî hakimiyetinde ‘cami’ olarak kullanılan yapı, daha sonra “kilise” olarak dönüştürülmüş. Ancak kiliseden ziyade bir kaleye benziyor. Kent surlarının bir parçası olarak inşa edilen Santa Maria’nın tarihi 1505’i gösteriyor.

İspanya’nın en önemli bağcılık ve şarap üretim merkezlerinden biri olan Ronda, Bordolu Çocuk gibi şarap sevenlerin kalbinde ayrı, özel yer ediniyor. Şarap Müzesi de bu yüzden uğrak yer olarak öne çıkıyor.

Mutluluk Destinasyonu’nu da dikkatle takip eden Ronda Belediye Başkanı, zarif hanımefendi Mari Paz Fernandes, sizi de korona günlerinden sonra güzel ve soylu kente bekliyor.

1 Mayıs 2020 Cuma

Yok edilmek istenen cennet "Salda"

İnsanları evlerine hapsederken; “virüs tedirginliği ve gelecek belirsizliği” yaşatarak, ‘tahammülsüzlük’ hissettiren korona salgını, ruh sağlığını bozdu. Geçici anksiyete için Mutluluk Destinasyonu olarak sizlere bir önerimiz var. Salgın sonrası rehabilitasyonu için Salda Gölü, huzurlu bir kaçış rotası olabilir.

Yakın geçmişte iktidar ile muhalefet temsilcilerini karşı karşıya getiren ‘yapılaşma’ tartışmalarını bir kenara bırakırsak; Salda Gölü berrak bir su, tertemiz bir kumsal vaat ediyor. Türkiye’nin en derin üçüncü gölü olarak da bilinen Salda, “Maldivler” ve “Bahamalar” ile benzerlikler taşıyor.

‘Göller Yöresi’ Burdur’un Yeşilova ilçesine girince, 4 kilometre sonra göl ile göz ilişkisi başlıyor. Doyumsuz flört, ilk temas ile insanın ruhuna işliyor, kristalize duygular yaşanıyor. Çam ormanlarının kıyısındaki Salda Gölü’nün yapısı, Mars’ın toprağına dünyadaki en yakın kara parçası sayılıyor.

45 kilometre alan ve 185 metre derinliğe sahip ‘turkuaz’ rengiyle Salda Gölü, canlı organizmaları, kendine özgü endemik balık türü ve 111 kuş çeşidi için ‘yuva’ olmasıyla diğerlerinden ayrışıyor. Doğal güzelliği, doğal varlığıyla misafirlerini daha ilk adımında kendisine hayran bırakan Salda Gölü’nün eşiğindeki kumlara yalın ayakla bile basmaya kıyılamıyor.

Albanita’nın dediğine göre; “Subjektif bir yorum değil; Türkiye’de daha temiz bir kumsal ve daha şeffaf başka bir su yok.” Buğulu bir beyazlık uzanıyor Salda Gölü’nde boydan boya… Süt beyazı bir masumiyet yayılan kumsalına nispetle, göl suları ‘renk skalası’ gibi bir cümbüş içinde salınıyor. İlk bakışta kumsal bembeyaz, göl masmavi belki; ama Salda Gölü’nde aşk tazelerken, daha doğru ifadesiyle, yüzünce vücudunuzu saran su, renk içinde renkler ve ışıklar da sunuyor. Burada su, çeşmelerden içiliyor. Pet şişe ile satılanlar, “satımsu” tamlamaması ile ‘satılan su’ manasıyla küçümseniyor.

Temizliğinden ziyade; Salda Gölü’ndeki su minarelleri “şifa kaynağı” olarak anılıyor. Öyle ki; ‘Göl suları, pek çok cilt hastalığı, eklem ağrılarına iyi geliyor; tecrübe ile sabit’ diye açıklanıyor. Doğa harikası buralara, insanlar yalnızca tatil için değil; ‘sağlık turizmi’ için de geliyor. Çamur banyosu yapanlar, yamaç paraşütü yapanlar, kayak yapanlar Salda Gölü’nün ezber fotoğrafları arasına katılıyor.

Göl, yaz aylarındaki sıcaklarda içinizi serinletirken; kış mevsiminde ise ruhunuzu ısıtıyor. Zira göz kamaştıran kristalize görünümüyle Salda Gölü’ne bakarak; soğuk ve kar yağışlı günlerde kayak yapılıyor. Göl kenarındaki sevimli butik otellerin birinde Albanita ile Bordolu Çocuk pencere kenarında, sıradan, küçük, dertsiz ve basit şeyler üzerine konuşuyor. Fincanlardaki sıcak kahvenin dumanıyla gökyüzündeki ay buğulanıyor, dakikaların huzuru alınıyor Salda Gölü’nde. 

Eşeler Dağı tarafındaki patika yoldan aksıra tıksıra bir motosiklet geçiyor. Bungalovların oradan romantik bir müzik yükseliyor, ateş böceği vızıldıyor kumsal boyunca, çalılıkların arasındaki çekirgelerin sesleri duyuluyor.

Çam ağaçlarına yaslanmış kamp alanlarındaki ateşin çıtırtısı, metrelerce uzakta, bambaşka bir yerde konaklayan Albanita ile Bordolu Çocuğu bile dinlendiriyor. Dağ zirvesinden günbatımı, tarihin izlerini ele veriyor. Antik kalıntıları ile Deynus Kalesi’nin taşlarında geçmiş zamanların sesi çınlıyor.

Ahenkli sesler içinde alabildiğine terapi olarak, tüm kötülüklerden uzaktaki bakir bu yerde birkaç günlük “ıssız” bir tatil yaşanıyor. Salda Gölü kıyısında havanın da kararmasıyla Albanita ve Bordolu Çocuk, akşam yürüyüşüne çıkıyor. Ayaklarına dolanıyor billur göl suyu… Gündüz su sporlarının da yapıldığı Türkiye’nin güneybatısında sadece fotoğraf çekmek için bile bulunmak yadırganmıyor. Çünkü binlerce insan, yalnızca fotoğraf çekiyor ve dönüyor.

Salda Gölü temizliğinin yansıması olan hoşgörüsüyle pırıl pırıl kumsalları ve berrak sularının kıymetini bilenleri de ağırlıyor, her güzelliği yok eden gösteriş meraklılarını da. Öyle ki kumlarına çıplak ayakla basmaya kıyamayan Albanita ile Bordolu Çocuğu da “Jeep Safari” yapanları da konuk ediyor Düden Çayı’nın deltası… Öyle ki doğayı yenmek için kararlı olan insanların lüks araba ve pahalı motosikletlerini ‘göl suyu’ ile yıkamasına bile ses etmiyor Salda Gölü, kadim bir dost eliyle. 

Doğanbaba ve Kayadibi köylerindeki kıyılar, “Severken öldürmek” deyimini hatırlatıyor. Göl ticareti yapanlar, doğayı paraya açıyor; basitliğin numunesi çadırlarını alan buraya koşuyor. Bilim, Mars’ın toprağıyla kıyaslaya dursun; Millet Bahçesi ile ‘beton’ giren yere bunca hücum ‘doğal müze’ hüviyetindeki Salda’yı öldürüyor.

Çengelköy: Boğaz'ın kenarında asırlık bir çınar

Boğaziçi’nin esintileri, yalıların alt katına, cumbalı üst katlara misafir oluyor. Bahçesi “deniz” olan Muazzez Hanım Yalısı, Server Bey Ya...